KİTAP TANITIMLARIM 6.

 


“LAMİA – KAN BAĞI” – Orkide Ünsür, Altınpost Y., 320s., 1. Baskı, 2015.

Kitap, kapak ve ilk bakışta modern dönem vampir romanı izlenimi yaratıyor ama kitaba başlayınca öyle olmadığını anlıyoruz (aslında kısmen ama ona sonra geleceğim). Elimizde, 19. Yüzyıl sonlarında geçen gotik bir roman var. Kitabın çoğu dönemin Osmanlı İmparatorluğu İstanbul’unda adalarda geçmesine rağmen, Paris ve Almanya-Bavyera’ya da uzanıyor mekânlar. Öncelikle biraz hikâyeden bahsedeyim:

Lamia, 18 yaşında ve Paris’te üniversite okuyan bir kız. Anne ve babasını küçükken kaybetmiş, ona teyzesi bakıyor. Paris’te Pierre adında bir erkek arkadaşı var ama içinde çok da bir aşk yok ona karşı. Orada karşısına çıkan ve hikâyede ana karakter olacak Faik’e âşık oluyor. Giriş bölümünde 1896’ya girilen yılbaşı gecesi Paris’te maskeli bir balo ortamından dışarıya kar yağışı ve dolunay altına çıkan gençler bir vampir saldırısına uğruyorlar. Arkadaşları öldürülüyor. Akabinde, teyzesinden mektup alıp İstanbul’a geliyor Lamia. Teyzesi hasta. Burada geçmişiyle ilgili bazı sırlar öğreniyor ve Faik’le araştırmaya girişiyorlar işi. Faik’in de orada tanıdığı bir baron var: Ludwig Von Mascher. Bu yaşlı karizmatik beyimiz bir şatoda yaşıyor ve etrafında soluk benizli hizmetçi kızları var.  At arabasıyla gece bu şatoya geliş ve oradaki ortam, şüphesiz ki Jonathan Harker’ın Dracula’nın şatosuna ziyaretine bir saygı duruşu. Baron’un bir vampir olduğuna şüphemiz olmasa da aslında bir hastalıktan mustarip olduğu için kan nakline ihtiyacı olduğunu ve sokakta yaşayan fakir kadınları gönüllü donör yaparak onlarla yaşadığını öğreniyoruz. Farklı bir vampir gibi... Neyse, sonra Bavyera’da gittikleri bir gece kulübünde, bütün erkeklerin ağzı açık izlediği dansçı Anastasia karakteriyle karşılaşıyoruz. O da bir vampir. Bu sahne de Tarantino’nun “From Dusk Till Dawn” filmindeki vampir barındaki Salma Hayek’i hatırlattı bana. Sonra olaylar İstanbul’a dönüyor, gizli geçitler altında vampir konseyi toplanıyor. Olaylar gelişiyor, gizemler çözülüyor. Gerisi kitapta.

Kitaptaki ortam-mekan-çevre tasvirleri yani sahnelerin görselliği çok detaylı-güçlü ve gotik. Bu anlamda, yazarın bir sinemacı olduğu belli oluyor. Sahnelerin detayları iyi tasarlanmış. Anne Rice tarzı diyebiliriz. Yazar, o döneme ait eşya-araç-gereç-kitaplar, dönemin politikası, coğrafyası, kent görünümleri gibi detaylara epey çalışmış ve hâkim. Üstelik 3 farklı ülkede geçiyor olaylar. Dil dağarcığı, ekstra kelimeleri ve üslubu oldukça iyi. Giriş bölümü o kadar güzel ki, kitabın geri kalan bölümleri onun gölgesinde kalıyor. Hikâye oldukça iyi başladı ama sonları acayip yerlere gitti. Ne kadar doğaüstü olursa olsun bir roman-öykü mutlaka inandırıcı olmak zorunda. Gotik vampirizm tarzında başlayıp kitabın sonlarında bilim kurgulara, Dan Brown tarzı mevzulara, hatta Underworld filmindeki gibi melez falan olaylarına girmesi değişik olmuş. Belki de hem eski tarza hem de post-modern tarzları karıştırmak istemiştir yazar ama kesinlikle bunu kitabın sadece sonlarında art arda yapması inandırıcılığını yitirtiyor. Üstelik başlardaki o kaliteli üslup da bozuluyor. Sanki kitabın başıyla sonunu farklı kişiler yazmış gibi. Konseyin kaçırdığı adamı dinleyin:

      "Bırakın ulan beni iblisler. Nesiniz, kimsiniz siz be?

-          Transilvanya Klanı’nın lideriyim ben.

-          Has..tir ulan deyyus! Hepinizin karnını deşicem puştlar!

-          Vlad Dracul yoldan çıktı; kurallarımızı ve anayasamızı hiçe sayarak günahlar işledi. Yaptıklarını kefareti ancak kurbanla ödenebilir. Kırk yılda bir bunu yapıyoruz.

-          Kırk yılda bir bana mı denk geldi kevaşenin evladı? Gidin bakire kız, deve meve kesin!

-          Kes sesini. Mahalledeki kedileri öldürüyormuşsun…

-          Son bir arzun?

-          Ananı avradını padişahın saz heyeti düzsün!"

Diğer eleştirilerime gelecek olursak, karakterlerin dış görünüş betimlemeleri ayağından saçına kadar öyle detaylı ki hayal gücümüze bir şey bırakmıyor. Başkarakterler ya da mesela bir barda dans eden kızlar falan hadi neyse de istisnasız, romandaki tüm karakterler paragraflar halinde detaylı tanımlanıyor. Sanırım sinemacı olmanın getirdiği bir durum bu yine. Öyküde ana karakterlerin geçmişteki sırlarını öğrenmemiz de o kadar yoğun, detaylı ve birisi tarafından uzunca anlatılıyor ki, bazen art arda sırf bu bölümleri okuyoruz. Lamia tamam, sonuçta ana karakter ve geçmişi sırlarla dolu ama öyküde çok da direkt etkisi olmayan yan karakterlerin bile geçmişini detaylı olarak şu an dinliyoruz ve bu detayların bir kısmına gerçekten gerek yok. Hikâyenin akıcılığını boğuyor bu durum. Olayların içine serpiştirilmesi lazım veya bazı detayları bilmesek de olur. Kurgunun çemberi biraz dağılıyor anlayacağınız. Diğer bir sorun, istisnasız herkes ilk görüşte âşık oluyor, şu an ya da geçmişte cereyan eden bütün aşklar böyle. Mantıken anlam veremediğim bazı yerler de var. Örneğin, çok sevdiği teyzesinin öldüğünün ertesi günü tiyatroya ve alışverişe gitmesi ilginç…

Sonuç olarak, yerli yazınımızda az bulunan tarzda bir ürün. Gotik vampirizm sevenler okuyabilir.

Yorumlar

SİZİN İÇİN ÖNERİLEN DİĞER İNCELEMELER