KİTAP TANITIMLARIM 177.

“SÖĞÜTLER” (The Willows) – Algernon Blackwood, İthaki Y., 79 s., 1. Baskı, 2022.

 

Birbirleriyle bazıları direkt arkadaş da olan, klasik gotik korku/gerilim yazan sevdiğim bir yazar kadrosu var. 19. Yüzyıl Büyük Britanya ya da ABD doğumlu olan bu yazarlardan bir tanesi de 1869 doğumlu İngiliz yazar Algernon Blackwood. İlk kez bir kitabını okuyorum dilimizde. Söz konusu bu uzun öykü “Söğütler”, İthaki Yayınları’nın “Karanlık Kitaplık” serisinin 51. Kitabı olarak basıldı. Tabii ki hemen edindim. Lovecraft’ın “Tüm zamanların en iyi tuhaf öyküsü” olarak nitelendirdiği öyküden bahsetmeye geçelim.

Korku mekânı olarak tekinsiz mekânları, kapalı-klostrofobik ortamları değil de tam tersine doğayı, yabanın tekinsizliğini kullanan eko-gotik bir gerilim-gizem öyküsü bu. Hatta bu türün öncüsüymüş. İsveçli arkadaşı ile birlikte Tuna Nehri’nde kanolarıyla yolculuk yaparken yolun kaybedilmesi sonucu ıssız-viran bir diyarda yaşanılanları birinci ağızdan okuyoruz. Uygarlıktan, insanlığın dünyasından uzakta, devasa söğütlerle çevrili bir bölgede kamp yapmak zorunda kalan iki arkadaş, kendilerini korkunun içinde buluyorlar. Rüzgârın sesi, söğütlerin heybeti, uzaklardan gelen çığlıklar, geceleri uyanmalarına neden olan olaylar, duygu ve düşünceler içerisinde oldukça atmosferik, tekinsiz bir psikolojik gerilim yaratılıyor. Doğa betimlemeleri muazzam. Dil ve üslup kaliteli. Olaylardan ziyade durum odaklı kurgulara göz kırpıyor. Doğanın karanlık ve tekinsiz görüngüleri, geceyle de birleşince dehşetli bir ortam oluşturuyor. Mantıkla duygu arasındaki gerilim sayfalar ilerledikçe artıyor.

Olaylardan ziyade atmosferin sürüklediği bir öykü. Bilinmeyenin korkusu, evrende insan bilgisini aşan şeyler olabileceği, başka olasılık düzlemleri ihtimali, insanın evren(ler) ve doğa karşısında acizliği, yabanın güvensizliği ve tehdidi, tabiatın görüngülerinin muazzamlığı temaları üzerine kurulmuş. İyi bir öyküde aradığım özelliklerden birisi olan, bilinmezlik-yoruma açıklık mevcut. Gotik korkuyu uygarlıktan önce ait olduğu yere, doğaya-yabana götürüyor.

Blackwood bir doğa aşığıymış ve sık sık oraya kaçarmış burjuva ortamdan. 1900-1901 arasında bir arkadaşıyla Tuna Nehri’nde yolculuk yapmış ve akabinde bu hikâyeyi yazmış. Devasa söğütleri gördü mü bilmiyorum ama öykünün ana figürü olan ve detaylı anlatılan bu ağaçlar, tekinsizlik yaratmak için, insan ya da hayvan gibi bilinçle hareket etmemesi gereken bir maddenin hareket ediyor olması gibi temel bir fikrin nesnesi oluyorlar öyküde. Doğanın gündüz yeşilliği, suyun berraklığı, güneşin parıltısı gibi yaşam ve huzur dolu yüzünün gecede siyaha ve tekinsizliğe bürünmesinin tezatlığı, yaşam-ölüm analojisi oluşturuyor. Öykünün ilerleyişinde ise bu bahsettiğim tüm atmosfer içindeki uygar ve yalnız insanın duygu ve düşüncelerine odaklanıyor yazar. Aslında öykünün asıl derdi de bu. Yani, derdi aslında insan. Doğa ve bilinmeyen karşısında aciz kalan insan… Dehşete, hayrete kapılan; mantığına sığınarak teselli bulmaya çalışan insan… Hem korkan, hem hayran olan insan…

Siz de benim gibi atmosfer insanıysanız ve doğanın uyandırdığı dehşet ile hayret hislerini seviyorsanız, söğütlerin arasında bir görünüp bir kaybolan şekiller sizi bekliyor. Ancak, tüm gizemlerin net açıklamalarla çözüldüğü bir bulmaca, sonunda her şeyin açığa kavuştuğu bir kurgu beklememeniz konusunu göz ardı etmemeniz gerektiğini tekrar vurgulayayım.  Metruk bir ortamda müphem bir öykü. Kitabın sonunda Yankı Enki’nin yazdığı ek bölümde söylendiği gibi, belki de sadece rüzgâr…

Evrende insan aklını aşan ne gerçeklikler var belki… Bizim aklımız mı her şeyin ölçütü?

Yorumlar

SİZİN İÇİN ÖNERİLEN DİĞER İNCELEMELER