KİTAP TANITIMLARIM 26.

 


“KİNYAS VE KAYRA” – Hakan Günday, Doğan Y., 531 s., 1. Baskı, 2003.

 “There’s no plan. That’s the fucking plan!”

“Trainspotting” kitabındaki karakter Renton  “Bir meslek, bir kariyer, bir aile seç; ev eşyaları seç, berbat bir evinde üfleyip püfleyerek yumurtladığın veletlerin yanında gebermeyi seç. Hayatı seç. Neden böyle bir şey yapayım ki? Ben hayatı seçmemeyi seçtim.” diyordu. Yeraltı edebiyatında sık rastladığımız bu varoluşsal sorun, ilk kez bir kitabını okuduğum Hakan Günday’ın bu ilk kitabında da temel mesele olarak karşımıza çıkıyor.

Başlangıçta birbirinden pek ayıramadığım karakterler, genç yaşta ailelerini terk etmiş, 3 farklı ülkede spontane yaşayan, uyuşturucu ve silah kaçakçılığıyla para kazanan, bolca şiddete karışan tipler. Temelde yaşama, topluma, sisteme ve hemen hemen her şeye uyumsuz, her şeyi eleştiren, nefret yüklü, erdem ve ahlakla ilgilenmeyen, cinayet ve tecavüzden kaçınmayan karakterler. En temel sosyolojik kurum olan aileyi reddederek başlıyorlar işe. Politika ve otoriteyi reddettikleri için anarşist, olan bitene kendilerini bıraktıkları ve anlam aramadıkları için egzistansiyalist ve nihilist olduklarını söyleyebilirim. Aslında kötücül doğamıza ve “id”e vurgu yapılarak, sadece “Eros ve Thanatos” olarak yaşadıklarını söyleyebiliriz. Cinsellik ve ölüm-yaşam itkileri döngü halinde ve yüksek seviyede, doymak bilmeyerek ilerliyor. İlk bölümdeki bu döngüsel kurgu Kinyas’ın Kayra’yı terk etmesi sonucu yollarının ayrılmasıyla iki farklı çizgisel yola ayrılıyor. Aslında çizgisel değil de düşen ve yükselen ya da dibe, karanlığa doğru ve ışığa, yukarıya doğru, yani ölüme ve yaşama doğru yollar olarak tanımlayabiliriz.

Dönüşümün sesleri Kayra’nın içki ve seksi bırakmasıyla başlıyor ve yaşamı reddederek zihinsel ölüm sürecinde sadece bir beden olarak var olma haline gelmesiyle son buluyor. “Hiçbir şey yok!” diyor Kayra. Ölümü seçiyor. Kinyas ise tam tersine her şeyi geride bırakarak toplumun “normal” olarak tanımladığı bir insan haline dönüşüyor. “Her şey var!” diyor Kinyas. Aslında Tolga. Eski ismini de geride bırakıyor. O, hayatı seçiyor. Kitabın göstermek istediği de bu olsa gerek. İki uç seçenek var. Hayatı mı seçmeliyiz yoksa ölümü mü? Aslında birçoğumuz Kayra olmak ister ama Kinyas (Tolga) oluruz diye düşünüyorum. Ya da en fazla bunun arası olabiliyoruz. Ne tam olarak yaşama ne de tam olarak zihinsel ölüme tutunabiliyoruz. Bergman’ın “Persona” filminde “Ne kadar hayatın içinde ölü taklidi yaparsan yap, tam olarak yokmuş gibi davranamazsın. Işık sızıverir içeri, hayat sızıverir.” diyordu. Fiziksel olarak var iken zihinsel olarak ölü olmak, sadece biyolojik olarak hayata devam edebilmek belki de ancak Kayra’nın başarabileceği bir şey.

Olay örgüsüne baktığımızda yeraltı edebiyatının hakkını verir şekilde bolca cinayet, alkol, seks, uyuşturucu, şiddet vb. ile karşılaşıyoruz. Al Pacino ya da Tarantino filmleri, “Katil Doğanlar” gibi yol-suç ve gangster filmleri akla geliyor. Abartı olan çok yer var kurguda. O kadar suça bulaşıp polise yakalanmadan sınır değiştirebilmeleri, dünyada oynanan büyük mafya-uyuşturucu hesaplaşmaları, kaçakçılık, hiçbir kadının bunları reddetmemesi vb. Kitapta kadınların da hep fahişeler ya da cinsel nesne olarak gözükmesi feminist eleştiriye açık diye düşünüyorum. Ayrıca, gerçekçilik verilmek istenmiş ve yazarın kendisi de kurguya dâhil olmuş. Tüm bu yaşananlar sanki dönüp dolaşıp ona ulaşmış ve o da yazmış gibi kurgulanmış. Kurguyu çok sevmediğimi, olay örgüsünden bolca sıkıldığımı söylemeliyim. Ancak kitabın alt metinleri ve satır aralarındaki eleştiriler asıl gücünü oluşturuyor. Eğer Kinyas ve Kayra’nın düşünceleri çekip çıkarılsa kitaptan teorik bir felsefi-deneme kitabı olabilirdi. Ki, kitabın önemli bir bölümünü bu kısımlar oluşturuyor ve benim esas ilgimi çeken de bu oldu. Din konusundaki düşünceler ve “Âdem’le Havva’dan olma sakat ırk” meselesi ile anti-din görüşler sunuluyor. Komünizm de milliyetçilik de eleştirilerek anarşist ve apolitik fikirler belirtiliyor. Aile, medya, okul ve eğitim sistemi eleştirilerek devletin ideolojik ve baskı aygıtları yerle bir ediliyor. ABD-Avrupa-Afrika üzerinden emperyalizm ve dünya düzeni eleştiriliyor. Günümüz dünyasında içinde yaşadığımız hemen hemen her şeye karşı nefret dolu eleştiriler var. Saygı duyulacak hemen hemen hiçbir şeye sahip değil karakterler. Filozofları ve yazarları bile eleştiriyorlar. Yazarlar demişken, yazar gerçekten oldukça donanımlı bu konuda. Kitap boyunca Baudelaire, Leon Bloy, Maupassant, Celine ve özellikle Kayra’nın sadist cinsel eylemlerine kılavuzluk eden Marquis De Sade gibi isimler çıktı karşıma. Elbette bazı filozoflarla da karşılaştım. Henüz 23 yaşında bu kitabı yazmış olan yazar, bu konuda saygıyı hak ediyor. Yaşından bahsetmişken kitabın sonsuz nefretinde birazcık ergen isyanı da bulmak mümkün…

Kitabı okuyan bazı arkadaşlarım ağır bir kitap olduğunu söylemişti ama yazarın dili edebi anlamda ağır değil. Zaten edebiyat duyarlılığı üzerinden baktığımızda biraz daha dışarda ve aykırı bir yapıyla karşılaşıyoruz. Bu kitap klasik bir edebiyat kitabı değil. Ancak, modern yerli yazın göz önüne alındığında saygıyı hak edecek bir dolulukta ve yoğunlukta olduğunu söyleyebiliriz. Hemen aklımıza Oğuz Atay “Tutunamayanlar” geliyor. Bu kitaptan da etkilenildiği açık... Sanıyorum insanlara düz olay örgüsünün dışındaki kısımlar ağır geliyor. Bu da teorik ve kuramsal okuma alışkanlığı eksikliğiyle alakalı olabilir diye düşünüyorum.

Yan karakterlerden Macar Katil “Bela”, bana “Bela Lugosi”yi anımsattı. Gambiya gibi az bilinen mekânlar da ilgi çekiciydi, özellikle Afrika kıtasındakiler. Dünyadaki ırkçılık ve sınıf ayrımıyla da olayların derinliklerinde karşı karşıya kalıyoruz. İlginç bir nokta da kitaptaki arabaların detayları… Marka-model konusunda ilgili ve bilgili gözüküyor yazar. Yol ve araba filmleri akla geliyor tabi hemen. Bir yerde Kinyas’ın gittiği Bulutsuzluk Özlemi konseri ve “Yaşamaya Mecbursun” şarkısı gibi, kitaba eşlik eden şarkılar da atmosferi destekliyor.

Sonuç olarak biraz fazla uzun olsa da “Olmak ya da olmamak! İşte bütün mesele!”yi “Olduk madem ama nasıl olmak? Rolümüzü oynayıp herkes gibi yaşamak mı yoksa her şeyi reddedip zihinsel olarak ölmek mi?”ye genişleten, varoluşçu felsefe ve yeraltı edebiyatının asi-uyumsuz karakterlerini önümüze sunan, okurken düşündüren, yerli edebiyatta aykırı ve farklı az sayıda bulunan kitaplardan birisi.

SEÇTİĞİM ALINTILAR:

KAYRA:

1. “İlkellik bir mıknatıs gibidir. Dev bir mıknatıs… Biz istemesek de vücudumuzdaki demir ona doğru gider. Beynimize işlenmiş bir ilkel insan dövmesiyle doğarız. Yemek, uyumak ve bağırsaklarımızdakileri çıkarmak dışında yaptığımız her şey fazladandır. Üremek dâhil. Geriye kalan her şey uydurulmuştur. Dünya uydurulmuştur! Caddeler, evler, giysiler… Her şey. O üç eylem dışındaki her şey! Aşk, siyaset, tıp, savaş. Bunların hepsi, insanoğlunun boynuna astığı aksesuarlardır. Teker teker hepsinden kurtulunur ve üç ana eyleme dönülürse insanlık kendini hatırlayacaktır. Bunların yerine getirildiği dev bir yatakhane olmalıydı dünya…

İnsandan ve bütün canlılardan iğreniyorum. Kendimdense nefret etmekten yoruldum ve bu konuda hiçbir şey hissetmiyorum. Oksijenle alışverişi olan her yaratık midemi bulandırıyor. Gözkapaklarımı derime kaynak makinesiyle yapıştırmak istiyorum. Bir canlı daha görmemek için! Ellerimden, ayaklarımdan korkuyorum. Kalabalıklardan korkuyorum. Tek isteğim bütün düşündüklerimi içinde barındıran beynimi bedenimden yırtıp uzay boşluğuna fırlatmak. Bedenim olmadan, sadece ve sadece var olduğumu bana hatırlatacak olan zihnimin uçmasını istiyorum. Buna ruh diyenler de var. İlgilenmiyorum isimlerle. Sadece hiçliğin içinde bedensiz bir zihin olmak istiyorum. Sadece bir düşünce olarak var olmak! Tek aklıma gelen bu, yaşama acımdan kurtulmak için. Sonsuz hiçlikte yüzen bir düşünce… O kadar! Ölmek mi gerek bunun için? Belki evet. Belki hayır. Ölünce tamamen yok olma ihtimali de var. Düşüncenin de, zihnin de gömülüp çürüme ihtimali. Onun için ben hala nefes alıp verebiliyorken gerçekleştireceğim zihnimi yok etmeyi. Bedenim yokmuş ve üzerinde durduğum dünya sonsuz bir hiçlikmiş gibi var olacağım… Sadece bir zihin… Çevresinde de yiyen, yediklerini boşaltan, uyuyan bir et!”

2. “Bir insanın yalnızlığı üzerine söylenebilecek o kadar çok söz vardır ki! O kadar büyüktür ki yalnızlık. O kadar kalabalıktır ki. Dünyayı dolduran canlılardan uzak bir hayat yaşamak ya da binlerce bedenin arasında olup hiçbirini dinlemeden ilerlemek… Hepsi de yalnızlığın türleridir. Hapishanelerdeki tek kişilik hücreler bazılarını delirtip kendi isimlerini bile unuttururken, bazılarını da Tanrı’ya dönüştürür. Ama ne olursa olsun, önemli olan tek şey pişmanlıktan arınmaktır. Kendini yalnızlık okyanusuna can simidi olmadan, boğulmak üzere bırakmış bir insan, içindeki dibe sürüklenirken devirdiği her metrede sonsuz huzuru hissetmeye başlamışken, eğer tek bir salise pişmanlık duyarsa yalnızlığından, tek bir salise tereddüt ederse tercihinden, işte o an kişinin felaketi başlar. Panik acıyı getirir. Bir kuş gibi suyun içinde süzülen vücudu çirkinleşir, gerilir, kıvrılır, kontrolsüzce kasılır. Ve tercih ettiği yalnızlığın içinde kaybolmaktan korkan insanın en büyük acısı olan deliliğin başladığı noktadır. Daracık, nefesin bile zor alındığı, yerin metrelerce altındaki dehlizde, tonlarca havayı hatırlayıp nefes almamaya ve kalp krizi geçirecek kadar büyük bir panik yaşamaya benzer…

İçine adım atıldığında, girdaba ayak uydurulur. Kendisine çeken dev hortumla uyumlu bir şekilde dönmek yapılması gereken tek doğru harekettir. Kurumuş bir yaprağın lodosa boyun eğmesi gibi insan da yalnızlığına boyun eğmelidir. Yalnızlığın çelikleşmiş iskeletine karşı çıkmaktansa, onda keşfedilmeyi bekleyen binlerce bilinmeyeni aramaya çalışmalıdır. Yalnızlık, insanın içindeki gizli mabettir… Benim yalnızlığım ise, hayatım boyunca ürkütücü bir hızla büyümüş ve sosyal denilebilecek bütün yeteneklerimi teker teker yok etmiştir. Bedenimin çevresinde yıllar boyu inşa etmiş olduğum ve yakında kapısını tamamen içeriden kilitlemeyi düşündüğüm yalnızlık katedralim, belki de şimdiye kadar başardığım tek iştir. Sorarlarsa ‘Ne iş yaptın bu dünyada?’ diye, rahatça verebilirim yanıtını:

‘Yalnız kaldım. Kalabildim! Altı milyarın arasına doğdum. Ve hiçbirine çarpmadan geçtim aralarından”

3. “Neden siyah? Tabii binlerce nedeni olabilir. Dünya üzerinde hayatları boyunca siyah giymeye karar vermiş milyonlarca kişi olmalı. Benim de onlardan bir farkım yoktu bugüne kadar. Nedenler o kadar da önemli değil. Nedenlerin değil, siyah rengin bir şekilde buluşturduğu insanlardık biz. Öncelikle karamsarlık ve umutsuzluğun simgesiydi siyah. Evet, bu nedenle giydim. Sonra geceye karışmanın ve şiddetin rengiydi. Bu nedenle de giydim. Sonra renkli insanların yanında entelektüel olanı gösterirdi siyah. Pembe kazaklı birinin hayat felsefesi merak edilmez! Ve bu nedenle de giydim. En son olarak da, kan lekeleri üzerinde kuruyunca görünmez ve daha da önemlisi zayıf gösterir ki ben bu nedenlerden dolayı giydim. Tabii, siyah giyilmesiyle ilgili neden-sonuç komikliği bir yıl civarında sürer. Sonra alışkanlık haline gelmiş bir giyim tarzı, insanın hayatına aniden girip, dolabındaki diğer renkleri kıskanıp yakılmalarını sağlar…”

KİNYAS:

1. “Seni anlıyorum demek büyük bir yalandır. Kocaman bir yalan. Kimse kimseyi anlayamaz ve tanıyamaz dünyada. Var olan en sağlam zırh insan vücududur. İçindekileri en iyi saklayan kasa odur. Koridorlarında birikenlerin kokusunu bile yaymaz dışarıya. Deliliğin kokusunu, anormalliğin kokusunu duyamazsın yanında gazete okuyan adamın, otobüs durağında. Sadece gördüklerin vardır. Beş duyunun algıladığı kadar anlarsın aileni, sevgilini, çocuğunu. Dolayısıyla herhangi bir şeyi, birini anladığına, ama gerçekten anladığına emin olmak, sarıldığında arkasında ellerini kavuşturabilecek kadar o şeyi ya da kimseyi anlamak olağanüstü bir durumdur. Ve çok zaman isteyen söz konusu olağanüstü ilişki için olağanüstü bir insan olmak gerekir.

Kim bilir belki ben de anlarım kendimi. Anlayabilirim varlığımı. Ya da hepsinden vazgeçtim. Belki bir gün, ben de anlayabilirim suyu, ateşi, toprağı, havayı… Yanlış anlaşılmasın! Ders almak değildir anlamak. Tecrübe asla! Kıyasla da varılmaz bu noktaya. Sadece anladığının farkında olmaktır gereken. Kim bilir belki ben de derim bir gün, 'Kinyas'ı ve Kinyas hayatını anlayabilmekteyim.’ Ancak sanmıyorum. Ne o kadar sabrım var ne de anlamaya merakım. Ölümlü olduğunu unutamadıktan sonra ne gereği var anlamanın? Tutunsan da âşıklarına, zincirlesen de kendini dostlarına yine de gömülürsün toprağa. Gerekirse hepsiyle beraber gömerler. Firavunlara yaptıkları gibi… Anlayan şöyle der:

‘Anlayamasaydım da ölecektim. Daha çok anlamak yormayacak tabutumu taşıyanların kollarını. Çünkü ne daha ağır oldum, ne daha büyük!”

2. “İnsanın tek gerçek özgürlüğü yalnızlığıdır. Ve yalnızlığı küçük düşürense bağımlılıklardır. Aşklar, alkol, nikotin, ahlaki değerler, uyuşturucular… Hepsi de birer pranga olabilir her an, insanın ayağına. Zevk veren prangalar. Ortak özellikleri, varlıklarının verdikleri zevkin uzun bir süre sonra hissedilmemesi, yokluklarının ise derhal kalpte bir ağrı yaratmasıdır. Bağımlı insan atlıkarıncaya binmiş gibidir. Ne bir varış noktası, ne de bir ilerleme vardır hayatında. Herkes ilk başladığı yerde, midesi kaldırana kadar döner durur. İnsanın kendiyle mücadelesi, bağımlılıklarını yok etmesiyle başlar. Yıllarca uğraştım hepsinden vazgeçmek için. Yıllarca teker teker vücudumu ve beynimi kaplayan bu kabukları soydum. Ama her erken koparılmış kabuk gibi izleri kaldı zihnimde. İnsanı hayvan yapan bağımlılıklardan tamamen kurtulmanın tek yolunun ölmek olduğunu geç de olsa anladım. Kayra’yla aramızdaki farktı bu. O diretti hepsini buharlaştırabileceği konusunda…”

   

Yorumlar

SİZİN İÇİN ÖNERİLEN DİĞER İNCELEMELER