KİTAP TANITIMLARIM 126-128.

 

M. R. JAMES:

 

“HAYALET ÖYKÜLERİ” (Ghost Stories) – İthaki Y., 174 s, 1. Baskı, 2020.

 

“KONT MAGNUS & Diğer Hayalet Hikayeleri” – Kozmostar Y., 62 s., 1. Baskı, 2018.

 

“KAYIP KALPLER & Diğer Hayalet Hikayeleri” – Kozmostar Y., 71 s., 1. Baskı, 2018.

 

“Sıçanlar olmalı… Başka ne olabilir ki!”

 

Korku fanları kaçırmayın! Tanıtımımın sonuna yazacağım cümleyi başa yazdım ki dikkatinizi çekebileyim. Lovecraft’tan Stephen King’e, Christopher Lee’ye kadar, korku konusunda usta birçok dev ismi etkilemiş birisinden bahsedeceğiz. Dr. Montague Rhodes James, hayalet öyküleri konusunda türün en iyi ve etkili yazarı kabul ediliyor, hakkını da veriyor. 1862 doğumlu İngiliz yazar (korkunun beşiği memleket), aslında bir akademisyen. Ortaçağ araştırmacısı, müze işletmecisi ve Cambridge’de rektör yardımcılığı da yapmış. Aslında bir edebiyatçı değil. Öyküleri ilk önce arkadaşlarını korkutmak için anlatırmış, sonra boş zamanlarında yazmaya başlamış.

Bu söylediklerim öykülerinin yapısının dayanak noktaları. Zira edebi bir yoğun dil-üslup, metafor veya alt metin yüklü dramatik yapılar bulunmuyor hikayelerinde. Hatta klasik gotik tarzda da değil, daha modern anlatımlar. Bu yüzden de günümüz yazarlarının üzerinde etkisi yoğun olmuş olabilir. Hikâyeler basbayağı korku üzerine. Okuyucuyu korkutmak için yazılmış. Bunu da iyi başarıyor. Birçok korku öyküsü okudum, karakterlerin korku ve dehşete tanık olduğu ve benim de onları izlediğim ama gerçekten bende korku, dehşet duyguları yaratmayı başarabilen az öykü vardır. M. R. James’in birkaç öyküsü bunu başardı. Hani korku bir müzik olsaydı, hit şarkılar derdim. Aslında kendi içinde de hit olanlar ve daha az etkili olanlar diye ayırabilirim, zira hepsi aynı etkide değil. Öykülerdeki diğer ortak noktalardan da bahsedeyim. Araştırma alanlarından dolayı, kadim nesne ve varlıklarla bağlantılar var. Dilin sadeliğinden bahsettim ama bu yetersizlik olarak görülmesin. Elbette mekân-çevre tasvirleri, kadim konular gibi detaylar dili güçlendiriyor. Mesela şu kısa paragrafa bakalım:

 

“Hafif sıcak, güzel bir gündü. Deniz çarşaf gibi dümdüzdü. Hiç rüzgâr esmiyordu. Rüzgâr sanki gökyüzüne çıkarken yorulmuş da sıcak çimin üzerine kendini bırakmış gibiydi.”


Olayların arasında böyle kısacık yapılan sade ama güzel bu paragraf, demek istediğimi anlatmıştır.

Yazarın anekdot anlatır, bir arkadaşına gerçekten yaşanmış bir olayı anlatır gibi yazması bizi daha çok korkutuyor. Çünkü gerçekçi, normal olayların arasında ortaya çıkan korkunç sahneler, özellikle ses ve görsellik kullanılarak bizi geriyor. Öykülerin bir diğer ortak noktası gizemli kalmaları. Ortaya çıkan korkunç varlıkların ne olduğu, neden göründükleri gibi konular hemen hemen hiç yok öykülerde. Bu varlıklar sadece karakterleri ve bizi korkutmak için varlar. Kendi hikâyeleri yok. Bilinmeyen korkutur ne de olsa… Oysa James’in de etkilendiği kendinden önce hayalet öyküleri yazan Charles Dickens ve Sheridan Le Fanu’nun hayalet öykülerinde beliren, görünen varlıkların bir derdi vardır. Örneğin, yarım kalmış bir işi tamamlamak, intikam almak, uyarı, adaleti sağlamak gibi. James’in hayaletleri korkudan ödümüzü patlatıp kayboluyorlar genelde. Kısa anlarda, belirli sahnelerde görünüyorlar. Hayalet deyince aklımıza gelen klasik beyaz çarşafın altında havada uçan varlıklar değil yalnızca buradakiler. Konuşan korkunç hayvanlar, hayvan-insan karışımı melez varlıklar, canlanan korkuluklar, şeytani canavarlar, dirilen cesetler gibi farklı dehşet saçan korku unsurları var. Kan, revan sahneler ise hiç yok sayılır.

Gelelim kitaplara ve tek tek öykülere. Kozmostar’ın kitaplarında 3’er, İthaki’de ise 9 öykü yer alıyor. Yalnızca “Kayıp Kalpler” adlı 1 öykü ortak. İthaki’de “Yitik Kalpler” olarak çevrilmiş. Yani 14 farklı öykü okumuş oldum. En korkunç öyküler İthaki’de yer alan 3 tanesi. Bunlardan başlayayım:

“Islığı Çalarsan Gelirim Yanına, Arkadaş” (Oh, Whistle, and I’ll Come to You, My Lad) adlı öykü sanırım hayatımda okurken en çok ürperdiğim birkaç öyküden birisidir. 2 yataklı sakin bir otel odasında kısa bir tatil yapan bir üniversite profesörü etrafta gezer, araziyi incelerken ufak bir kazıyla kadim bir düdük bulur. O arazi de geçmişte gizli bir tarikatın yapılandığı yermiş. Düdüğün üstünde Latince bir şeyler yazmaktadır. Profesör dili çözer: “Kimdir bu gelmekte olan? Öğrenmenin yolu düdüğü çalmak!” Tereddütle düdüğü çalar… Sonrası için öyküye buyurun… Uykularınız kaçacak! Bu arada çeviride “Islığı çalarsan” değil de “Düdüğü Çalarsan” olmalıydı. Öyküye daha uygun çeviri o.

Okuduğum en korkunç, en dehşet öykülerden bir diğeri de “Dişbudak Ağacı” (The Ash-Tree).  3 gün falan kaşındım tiksintiden, bir fobimden dolayı… Evinin yanındaki Dişbudak Ağacı’nın üzerine geceliğiyle çıkıp kendi kendine bir şeyler mırıldanarak dallarını kesmeye çalışan yalnız yaşayan ev sahibi kadın, görenlerin şikâyetiyle cadı olarak idam edilmiştir geçmişte. Sonrasında da yine o evde korkunç olaylar yaşanmıştır. Zaman ilerlemiş, büyük bir konak yaptırılmıştır. Büyük Dişbudak Ağacı halen evin arka odalarından birine bakan pencereye yakın bir yerde durmaktadır. Evin yeni soylu sahibi, ışık görmeyen, rahat uyuyabileceği bir oda aramaktadır konakta. Odayı bulur tabi. Penceresinden Dişbudak Ağacının görüldüğü odadır ve uzun zamandır kapalıdır. Hizmetçinin uyarılarına rağmen o odayı hazırlamasını ister. Gerisi öyküde… Uzunca final sahnesindeki dehşet üstüne dehşet beni mahvetti. Üstelik dehşete yalnız başına bir kişi değil kalabalık bir grup dâhil oluyor. Bu öyküde de korku şölenini başlatan ses çok etkili kullanılmış. Kulaklarınızda canlanıyor. Tıpkı görüntünün de canlandığı gibi. Çok geç saatte okumayın, çığlık atıp apartmanı ayağa kaldırmayın!

Üçüncü hit ise “13 Numara” (Number 13). Danimarka’da bir oteldeyiz bu kez. Batıl inançlardan dolayı 13 numaralı anahtar yok lobide.12 numarada kalan ana karakterimiz var, bunun farkında. Oldukça geniş bir oda. Geceleri biraz daralıyor sanki ve yan odadan garip sesler geliyor. 13 numaralı odadan… Sigara içmeye pencereye çıktığında da arkadan gelen ışıktan dolayı karşı duvarda kendi yansımasını görebiliyor karakterimiz. Tabi yan odadakileri de… Lobiye 13 numarada kimin kaldığını sorduğunda ise tahmin ettiğiniz gibi otelde o numarada bir oda olmadığı yanıtını alıyor. Gerisi için öyküye buyurun. Yine çok sağlam bir korku öyküsüydü.

Bu üç mega-hitin yanında diğerlerinden de kısaca bahsedeyim. “Runik Lanetler” (Casting the Runes) adlı öyküde insan şeklinde görünen ama aslında orada olmayan bir hayalet, “Rahip Alberic’in Kitabı”nda (Canon Alberic’s Scrap-book) tarantula-insan karışımı bir melez yaratık,  “Katedral Tarihinden Bir Vaka”da (An Episode of Cathedral History) kilisede bir yeraltı yapısında gizlenen kırmızı gözlü, İncil’de bahsedilen bir Şeytani varlık, dehşeti yaratan karakterler. Bahsettiğim melezin olduğu öyküdeki resmin gerçeğine bakarak çizilmesi teması, Lovecraft’ın “Pickman’ın Modeli” öyküsünü hatırlattı bana. Belki buradan etkilenmiştir. “Sıçanlar” (Rats) adlı öyküde canlanan bir korkuluk yer alıyor. Freud’un meşhur, tekinsizlikle ilgili makalesinde bahsettiği şekilde cansız bir varlığa canlı gibi hareket verilerek tekinsizlik yaratılıyor burada. E.T.A. Hoffmann’ın “Kumadam”ını da hatırlayalım bu konunun şaheseri olarak. “Karanlık Çöktükten Sonra Playing Fields’ta” (After Dark in the Playing Fields), gece olunca her şeyin anormalleştiği, hayvanların konuştuğu tekinsiz bir ortama sokuyor bizi. 

Kozmostar’ın kitaplarındaki öykülerden de bahsedeyim. “Kayıp Kalpler” (Lost Hearts) adlı öykü (İthaki’de de “Yitik Kalpler” ismiyle yer alıyor), edebi öykü adına en iyi olanı. Kuzeninin yanına taşrada bir mekâna giden öksüz bir çocuğun gözünden anlatılıyor. Simya ve ölümsüzlük arayışı temaları var. Öykünün ismindeki kayıp kalpleri duygusal olarak duyumsuyoruz ama gerçekten fiziki anlamda kayıp olan kalplerden bahsediyor aslında. Çocuğun gördüğü çingene bir kız ile İtalyan gezgin bir çocuğun hayaletinin kalplerinin olması gereken yer boş. Çıkarılıp sökülmüş yani. Gerisi öyküde… Kozmostar’ın kitabında Kayıp Kalpler’den sonraki 2 öykü “Ağlayan Kuyu” (Wailing Well) ve “Deney” (The Experiment). İlkinde, bir kamp esnasında meraklı gençler, yasak bir bölgeye girer, öyküye ismini veren kuyuyu görmeye giderler. Bu öyküde dehşet unsuru belirgin bir varlık yok, bir efsane ve söz konusu kuyu var. Olaylar gizemli kalıyor yani. Öykünün isminin Yahudilerin “Ağlama Duvarı”na (Wailing Wall) olan benzerliği dikkat çekici.  Deney adlı öyküde ise yeraltındaki gizli hazineyi bulmak için ölülere yapılan bir deney/dua söz konusu. Kozmostar’ın diğer kitabında ise kitaba ismini veren “Kont Magnus” (Count Magnus) daha önce yazarın okumuş olduğum tek öyküsüydü. İsveç diyarlarında şatolar ve ormanlarda geçiyor olaylar. Ormanda bulunan, yüzü kemiklerine kadar soyulmuş bir ölü adam ve arkasını ağaca yaslayıp kendisinden bir şeyi uzaklaştırmaya çalışıyormuş gibi hareketler yaparak kilitlenmiş, delirmiş bir adamın olduğu sahneyi çok beğenmiştim. Burada hafif vampirizm de sezdim. Zaten bir “undead” durumu var. Ölü olduğu sanılan, ölü olmayan. Diğer iki öyküden ilki olan “Bir Anı” (A Vignette) ise öyküden ziyade bir anekdot gibi. Burada parça çaput/bezlerden bir hayalete tanık oluyoruz ormanda. Son olarak “Cansız Eşyaların Öfkesi” (The Malice of Inanimate Objects) ise adı üzerinde eşyaların üzerine geldiği tekinsiz bir durum hakkında. Belki de bizi uyarıyordur eşyalar… 

Sonuç olarak korku fanlarına ve gerçekten korkutucu öyküler arayanlara özellikle İthaki’nin kitabını şiddetle öneriyorum. Kaçmaz!  Kitaplarda güzel resimler de var bu arada bazı hikâyelerin aralarına serpiştirilmiş.

 

SEÇTİĞİM ALINTI:

“Şimdiyse onun odasındayız; ışıklar söndürülmüş, toprak sahibi de yatağına gitmiş. Oda, mutfağın üzerine denk geliyor ve dışarıda sakin ve ılık bir gece olduğundan da pencere açık duruyor. Karyolanın yanında çok az ışık olmakla birlikte, orada tuhaf bir hareketlilik var; sanki Sir Richard, başını, olabildiğince az ses çıkararak, hızla aşağı yukarı hareket ettiriyor. Ve tahmin edebileceğiniz gibi, yarı karanlık öyle aldatıcı oluyor ki, yuvarlak ve kahveye çalan renkte birden fazla kafası var ve ileri geri hareket ediyor, hatta göğsüne kadar eğiliyorlar. Korkunç bir göz yanılsaması bu. Durum bundan mı ibaret? İşte! Yavru kedi gibi, yumuşak bir pat sesiyle yataktan bir şey yere iniyor ve göz açıp kapayıncaya kadar camdan dışarı fırlıyor; bir diğeri –dördü- daha ve sonra ortalık yeniden sakinliyor.

Sabah beni arayacaksın ama ben olmayacağım.”

“Dişbudak Ağacı”

Yorumlar

SİZİN İÇİN ÖNERİLEN DİĞER İNCELEMELER