KİTAP TANITIMLARIM 43.

 


“GECE TABLOLARI” (Nachtstücke) – E.T.A. HOFFMANN, Can Y., 346 s., 1. Basım, 2012.

 Oy tahta bebecik! Dön, güzel tahta bebecik!”

İçinde yaşadığım çevreden uzaklaşmak, okumaya başladığım ilk zamanlarda öncelikli amaçlarımdan birisiydi. O yüzden hep, olmadığım yer ve zaman daha çok ilgimi çekerdi. Özellikle; gelişmiş teknolojinin olmadığı, etrafı ekranlar ve diğer elektronik eşyaların sarmadığı, tamamen kaba ve güvensizlik içinde devinen kaotik, kalabalık modern dünyanın gürültülü ve ışıltılı metropolleri yerine doğanın içinde konuşlandırılmış, ulaşımın at arabalarıyla yapıldığı ve az insanın yaşadığı büyük şatoların-konakların yer aldığı o birkaç asır öncesinin Avrupası beni hep etkilemiştir. Olabildiğince saygılı, kibar iletişim şekline hep hayran oldum ama yaşadığım çağ ve yerde çok nadiren yakalayabildim bunu. Hepimiz sanki birbirimizden daha kaba, daha duygusuz, daha kötü, daha bencil, daha çıkarcı olmak için yarışıyor gibiyiz. Bu nedenlerle 18.-19. Yüzyıllarda yazılmış eserlerin, özellikle gotik/fantastik eserlerin tutkusu ayrıdır içimde. Can Yayınları’nın “Gotik Edebiyat” adı altında çıkardığı 10 kitaplık seti edinmemem olanaksızdı. Elbette çok daha fazla arttırılabilirdi ama daha önce okumadığım kitaplar da içeriyordu set. Tasarımı da oldukça hoş; gotik bir kutunun içindeki her bir kitabın simsiyah kapakları var ve her birinde ışığı yansıtan kabartmalı bir figür var.

İşte bu kitaplardan birisi olan E.T.A. Hoffmann’ın “Gece Tabloları” da, karanlık kilise gibi bir binanın içinde siyah cübbeli kıyafetiyle bir kapıya doğru yürüyen karanlık birisini arkadan gördüğümüz bir kapağa sahip.(Ne çok bir dedim). Kapağın orta-sağında masa üzerinde yanan 3 şamdan ise kabartmalı işlenmiş, üzerine ışık vurunca parlıyor. Alman yazar, ismini iyi bildiğim ama bir türlü okuma fırsatı yakalayamadıklarımdandı. Poe ve Dostoyevski’nin bile ondan etkilendiğini söylersem, sanırım siz de benim gibi bu kitabı yorumlamanın ne haddime olduğunu söylersiniz. Ben yine de bunu yapma cüretini göstermek istiyorum, zira öykülerden birisi okuduğum en iyi öyküler listesine rahatlıkla girebilecek, leziz ve tekinsiz bir başyapıt. Bunu yazmazsam neyi yazacağım öyle değil mi? Ancak, o öykü hakkında birçok akademik makaleye de rastladığım için burada hem yorumun hakkını vermek hem de kendi yetersizliğimi tamamlamak adına bazı kaynaklardan yararlanacağım.

Gotik Edebiyat, Fantastik Edebiyat terimleriyle haşır neşiriz ancak bu tarz altında okuduğumuz kitaplarda “edebiyat” gibi büyük bir ifadeyi hak etmeyi başarabilenin çok olmadığını görürüz. Stephen King ne kadar edebiyat mesela? Oysa modern fantastik yazının en çok okunan yazarlarından birisi olsa gerek. İşte Hoffmann öncelikle bize bu edebi tadı veriyor, diliyle. 1776 doğumlu Alman yazar, kitabında 8 öyküye yer vermiş. Aslında romana göz kırpan öyküler olduğu için novella diyebiliriz. Olaylar uzun bir zamana yayılıyor genelde öykülerde çünkü. Kitabın adına bakıp öykülerin gecenin karanlığında öcü böcülerle geçtiğini düşünmeyin, alakası yok sayılır. Elbette öyle gece sahneleri de var ama genele yayılmıyor. Daha çok insan iletişimi ve psikolojisi, sırlar, suç ve kötülük gibi temalar görüyoruz öykülerde. Sanat da kol geziyor. Yazarın geceye yüklediği anlam, şüphesiz ki kültürün insan ruhundaki tezahürü. Öykülerin genelinde aslında doğaüstü bir şeyler var gibi düşünüyorsunuz ama gerçekçi şeyler çıkıyor ardından. Elbette istisna var.

8 öyküden ilki, yukarıda bahsettiğim, beni derinden sarsan “Kum Adam”. Bu öykü hakkında kitap uzunluğunda yazabilirim sanırım. Edebi duyarlılığı yüksek, tatmin edilmesi zor bir okul olarak uzun zamandır amiyane tabirle okuma orgazmı yaşamamıştım sanırım. Öncelikle diğer 7 öyküden bahsedeyim kısaca, çünkü Kum Adam’ı ayrı değerlendirmek istiyorum. İkinci öykü “Ignaz Denner” ormanda yaşayan bir bekçinin başına gelenleri anlatıyor. Son derece dürüst ve dindar olan kahramanımız erdemlerini onu vurmak için en açık nokta olarak gören bir çetenin oyununa gelerek yapmayacağı şeyler yapar. Uzun bir süre dram/macera olarak ilerleyen öyküde sonlara doğru, çetenin başı Ignaz Denner’in aslında kim olduğu ve geçmişte yaşadıkları ortaya çıkar. Öykü kana bulanır. Bebek kanlarıyla yapılan ayin ve eski dostumuz Şeytan, okült sahnelerle öykünün ardından göz kırpmakta olduğunu belirtir bize finalde. İstisna olan öykülerden birisiydi bu doğaüstü yapısıyla. 3. öykü “G.’deki Cizvit Kilisesi” ise tam bir sanat öyküsü. Resim sanatı üzerinden ilerleyen öyküde sanatın en yüce seviyesinde kendini gerçekleştirme hırsıyla yanıp tutuşan Berthold, isteğine ulaştığında hayatını da tamamlamış olur. Sonraki öykü “Sanctus”ta da benzer bir yapı, bu kez müzik üzerinden aktarılır. Kitabın 5. Ve 6. öyküleri olan “Issız Ev” ve “Meşruta” ise gotik binaları kendilerine mekân ve korku unsuru edinen öyküler. İlkinde olaylara dışarıdan bakarken ikincisinde şatonun içinden bakıyoruz. “Issız Ev” de arada bir üst kattaki pencerede görünen ve öykü boyu hayalet olduğunu düşündüğümüz beyazlı kadının hikâyesi ve geçmişte o evde yaşananlar, öykünün çözüm bölümünde ortaya çıkar. Kitabın en uzun öyküsü olan 84 sayfalık “Meşruta” ise karaçam ormanının yanında yer alan, şamdanlarla aydınlatılan tam anlamıyla gotik bir şatoda yaşananları bize aktarır. Yine burada gizem, cinayet ve doğaüstü bir şeyler beklememize rağmen gerçekçi açıklamalarla çözülen olaylar söz konusudur. Kulenin içe çöküp derin bir uçurum meydana getirdiği ve o uçurumda hazine bulunduğu gibi yaratıcı hayal gücünün işbaşında olduğu kısımlar ayrı etkileyiciydi.  7. Öykü “Vaat” ise bana Nathaniel Hawthorne’nun “Rahibin Kara Peçesi”ni hatırlattı. Orada öykü boyu yüzü kara bir peçeyle örtülmüş rahibin yerini bu öyküde rahibe alıyor. Peçesinin altında ölü gibi soluk bir yüzü görünüverir bir sahnede. Yine bunu nedenini Shakespearevari bir aşk öyküsünü okuyarak öğreniyoruz finalde. Doğaüstü yine yok. Son öykü ise kitabın en dramatik, direkt aşk öyküsü. “Taş Kalp”…Taş kalpliliğin metaforu gerçek anlamıyla kendisine dönüşüyor. Mermerin içindeki kalbe…

Gelelim ilk öykü “Kum Adam”a. Çocukluk travmaları ve tekrarlanan baskı, tekinsizlik, şizofrenik yanılsamalar, aşk ve intihar, ölüm eğilimi temalarıyla yoğrulmuş, özgün, müthiş yaratıcı, harika bir gotik öykü! Doppelganger (ikiz) ve göz motifi mükemmel işlenmiş. Ayrıca ileride bahsedeceğim okurken şok etkisi yaratan bir şey daha var. Öykünün muazzamlığı bitmiyor; yayınlanmasından 100 yıl sonra Freud’un  “Tekinsiz” (Unheimlich) kavramını oluşturmasına zemin hazırlamış; Freud aynı adlı makalede bu öyküyü incelemiş. Öncelikle konuyu özetleyeyim. Bolca spoiler vereceğim konusunda uyarayım sizi. (Okuyan varsa yazılarımı tabi).

Öykü, ana kahraman genç Nathanael, ailesinin çocukluk çağından beri baktıkları yakın dostu Lothar ve kardeşi aynı zamanda da Nathanael’in müstakbel eşi olan Klara’nın birbirleri ile olan yazışmalarından oluşuyor. Çocukluğunda şahit olduğu babasının ölümünden sorumlu tuttuğu aile dostları Avukat Coppelius’dan kaçma uğruna üniversite eğitimini dışarıda gören Nathanael için ilerleyen zamanda Coppelius’un onda bıraktığı etki hafiflemiştir. Zamanını nişanlısı Klara’yı düşünerek ve ders çalışarak geçiren Nathanael için evine gözlük ve barometre satıcısı Guiseppe Coppola gelene kadar her şey yolunda gitmektedir. Gözlük ve barometre satıcısının, çocukluğunun kâbusu Avukat Coppelius’a ikizi kadar çok benzemesi, Nathanael’in zihninde Coppelius imgesini yeniden canlandırmaya yeterli olur. Burada doppelganger motifi kendini göstermektedir. Nitekim gözlük ve barometre satıcısı Guiseppe Coppola, Avukat Coppelius’un ayırt edilemez benzeridir. Mektupların yorum yapılmadan verilmesi anlatının resmiyetini, gerçeklik derecesini yükseltmektedir. Bunun sonucu Nathanael’in hem çocukluğundan Coppelius ile ilgili hem de çok yakın bir geçmişte Coppola ile ilgili anlattıklarının gerçekten yaşandığı konusunda herhangi bir şüphe duyulmamaktadır. Okur birinci elden Coppelius ve Coppola hakkında bilgi edinmesine rağmen ikisinin de aynı kişi olup olmadığı konusunda kafa karışıklığı yaşar. Eserde söz edilen mektuplardan birincisinde tesadüfen karşılaştığı satıcı Coppola’nın bir süredir kendisinde huzursuzluk oluşturduğundan söz eden Nathanael satıcının şahsında çocukluğunda babasının ölümüne neden olan Avukat Coppelius’u gördüğünü düşünür. Ruhsal olarak dengesi bozulan Nathanael birlikte büyüdükleri Lothar’a zihin karışıklığının nedenlerini anlatmaya çalışır. İkinci mektupta ise kendisine yanlışlıkla gelen mektuba cevap veren Clara nişanlısına çocukluk korkularının kaynağını ortaya koymaya çalışır. Çocukların yaramazlık yapmaması, uslu durması için anlatılan Kum Adam (Sandmann) hikâyelerinin kendisinde bu korkuları tetiklediğini açıklar. Zira küçük çocukları korkutmak için Kum Adam’ın yaramaz çocukların gözlerini çaldığı hikâyeleri anlatılır. Nathanael’in Lothar’a yazdığı mektup ise üçüncü mektuptur. Bu mektupta Coppola’nın şehirden ayrıldığını, ancak hemen karşısındaki eve kızı Olimpia ile birlikte Profesör Spalanzani’nin yerleştiğini anlatır. Nathanael, Clara’nın anlayışlı olmadığından, Coppelius ve Coppola gerçekliği konusundaki tereddüdünden şikâyetçi olur. Bu durum Nathanael tekrar şehre döndüğünde Clara ile aralarında Lothar’ın da istemeyerek içine dâhil olduğu bir anlaşmazlığa yol açar. Tekrar öğrenim gördüğü şehre giden Nathanael ikametinin yandığını ve eşyalarının Profesör Spalanzani’nin karşısındaki daireye taşındığını öğrenir. Satıcıdan aldığı dürbünle profesörün kızı Olimpia’yı gözetlemeye başlar. Her geçen gün güzelliğinin cazibesine kapılan Nathanael’in gözünde nişanlısının resmi soluklaşır gider.  Profesörün kızını tanıştırmak için düzenlediği davete giden Nathanael dans sırasında Olimpia sadece çok mekanik hareketler yapıp, sürekli aynı sözcükleri tekrarlamasına rağmen ona âşık olur. Yazdığı şiirleri Olimpia’ya okuyan Nathanael onu dikkatli, iyi bir dinleyici olarak görür. Ancak bir gün tesadüfen Profesör Spalanzani ve Coppola arasında tanıklık ettiği kavga Coppola’nın kimliği hakkındaki tereddütlerini giderir. Kavga sırasında, parçalanan ve gözleri yere düşen Olimpia’nın cansız-mekanik bir bebek olduğunu anlar! “Oy tahta bebecik!”… Coppola’nın gözleri fırlatması üzerine kendisini kaplayan cinnet ve çılgınlıktan Clara’nın bakımı ve ilgisiyle bir süre için kurtulmuş gibi görünür, ancak bir kule ziyareti sırasında Coppelius’u gördüğünü düşünen Nathanael tekrar çıldırır. Clara’yı gözlerinden ateş fışkıran tahta, mekanik bebek olarak görür ve nişanlısını kuleden aşağıya atmaya çalışır. Son anda Lothar kız kardeşini kurtarır ve Nathanael kendisini kuleden aşağıya atarak bizzat kendisi acılarına son verir. 

Öyküde insanların bildikleri, aşina oldukları olaylar gece saatlerinde başka bir gözle, başka bir ışık altında sunuluyor. Böylece insanoğlunun alışık olduğu kalıplaşmış olay akışları karmaşıklaştırılıyor: Işık ve gölge, gerçeklik ve rüya, akıl ve delilik, canlı ve cansız farklı bir atmosfer içinde sunuluyor. İnsanı uçuruma sürükleyen karanlık duygular, tutkular anormal ruh halleri öykünün temelini oluşturuyor. Herhangi bir anlatıcı veya giriş bölümü olmayan öyküde okur anlatılan zamanın yaşanılan zamandan daha kısa olduğunu görüyor, diğer bir deyişle zamanın sıkıştırıldığı söylenebilir. Ayrıntılara girilmeden anlatılması okurun heyecanını ve merakını arttırıyor. Kurmaca bir uzun öykü söz konusu olduğundan olayların ne zaman ve nerede geçtiği hiç belirtilmiyor ve okur kendisini doğrudan üç mektuptan oluşan birinci bölümün içinde buluyor. Mektupların sunumundan sonra ikinci bölümde Nathanael’in “önemli, orijinal, büyüleyici” hikâyesini anlatmak istediğini söyleyen bir anlatıcı ortaya çıkıyor. Okura eserdeki karakterlerin ve olay örgüsünün gerçeğe dayandığını göstermek için uygun bir giriş yapmaya çalışıyor.

Doppelganger motifine geri dönersek, okurun Avukat Coppelius ile Coppola arasındaki bağlantı üzerinde düşünebileceği üç şık bulunmaktadır. İlki Avukat Coppelius’un Nathanael’in intihar sahnesinde sergilemiş olduğu tavırlardır. Nathanael’i kuleden atlamaması için ikna etmeye çalışan kalabalığın arasında bulunan Coppelius’un onu vazgeçirmeye çalışan insanlara doğru “Ha, ha, bekleyin, birazdan kendiliğinden inecek” diye seslenmesi ve ardından Nathanael’in Coppelius’un gözlerinin içine bakarak kendisini boşluğa bırakması, akla avukatın Nathanael’i hipnoz etmiş olabileceğini getiriyor. Nitekim hipnoz edebilme özelliği ile Coppelius, Nathanael’e hipnozla Coppola’nın kendisinin olabileceğini hissettirmiş ya da hile yaparak Coppola kılığına girmiş olabilir. İkincisi, en son paragrafta Nathanael’in “kişiliği bölünmüş” bir birey olarak tanıtılması, okura, baş figürün çocukluk kâbusu olan avukat Coppelius’a karşı duyduğu saplantılı korkuyu gözlük ve barometre satıcısı Coppola üzerinde yansıtabileceği izlenimi veriyor. Nitekim Coppola’yı tasvir eden ve mektuplarında anlatan Nathanael’dir ve Coppola figürünün Coppelius’a ikizi olacak kadar benzediğini görmesi bir anlamda onun bakış açısı ile ilgilidir. Coppelius ile Coppola arasındaki bağlantı oluşturabilecek en son şık ise; aslında birbirlerine ikizleri kadar benzeyen iki kişinin aynı zamanda farklı yerlerde bulunmaları okurda ikilinin Eş ruh olabilme düşüncesi yaratabilir.

Öyküde ana figür Nathanael hariç bütün karakterler gözleri aracılığıyla tanımlanıyor. Nathanael’in gözlerinden ise hiç söz edilmiyor, ancak “göz” izleği tıpkı ana figür Nathanael gibi tüm hikâye boyunca karşımıza çıkıyor. Nathanael eserdeki karakterleri görünümlerine göre “iyi” ve “kötü” olarak tanımlıyor. Kötü karakterler (Coppelius/Coppola ve Spalanzani) olarak gördüğü figürleri betimlemek için “keskin bakışlarını” önemli bir imge olarak kullanıyor. Göz izleği burada algılama sorunsalının anahtar figürü haline geliyor. Nathanael’in ölümün işareti olarak gördüğü göz izleği üç kez ortaya çıkıyor: Çocukluğunda Coppola’ya yakalandığında gözlerinin alınmak istenmesi, Spalanzani ile Olimpia’nın gözleri ile ilgili sahne ve daha sonra kuledeki son sahnede Clara’nın gözleri şeklinde tekrar ortaya çıkıyor. Son sahnede Clara’nın gözleri ana figürü üç haykırışa sevk ederek ölümüne yol açıyor: “Dön tahta bebecik!”. Kum Adam ile ilgili korku dolu çocukluk yaşantıları ve buna bağlı olarak zihninde canlanan korkuları yaşamı boyunca Nathanael’in peşini bırakmamıştır. Ailesiyle mutlu bir hayat sürüyor gibi görünen Nathanael akşam yemeklerinden sonra ailece yaptıkları sohbetlerin bazen istemedikleri şekilde gizemli bir misafir tarafından bölünmesini ve anneleri tarafından Kum Adam’ın geldiği bahanesiyle zorla odalarına gönderilmelerinin nedenini anlayamaz. Gizemli misafir geldiğinde anne ve babasındaki değişimin farkına varan Nathanael kötü bir deneyim sonucu Coppelius ile tanışır ve çocukların gözlerini çalan efsanevi Kum Adam hikâyesi ile birleştirir ve o hayatı boyunca korku figürü olarak onun peşini bırakmaz. Nathanael’in hayatı bir insanın ruhsal çöküntüsünü sergilemektedir. Kendi düşünde kurduğu bir dünyada yaşayan Nathanael Coppola’dan aldığı dürbünle olayları bir başka açıdan, bir başka gözle görür. Dürbün doğal görme kabiliyetinin gücünü sahteleştirir, uzaklaştırır ve bu da demektir ki Nathanael’in gerçeği algılaması elinden alınmaktadır. Son sahnede de Clara garip küçük bir çalılığa işaret ettiğinde dürbünü kullanan Nathanael, dış dünyayı algılamada en önemli organ olan gözlerinin yanılması sonucu kendini kaybeder. Burada gördüklerinin gerçek mi düş mü olduğu anlaşılmamaktadır.

Nathanael iyi bir aile ortamında yetişmesine rağmen bu hassas çocuk anne ve babası arasındaki gerilimlerin de farkındadır. İçsel gerginlikleri onu rüyaların ve düş dünyasının olağanüstü ürpertici derinliklerine iter. Kendisine Kum Adam masalı ile ilgili anlatılan çocukları korkutucu hikâyelere karşı da oldukça hassastır. Kum Adam’ın “çocukların gözlerine bir avuç kum atması sonucu gözlerinin kanlı bir şekilde yerinden fırlaması” düşüncesi onu oldukça korkutur. Babası ile geceleri gizlice deneyler yapan Coppelius’un Sandmann olduğunu düşünür. Coppelius onun nazarında şeytani olanın simgesidir ve bu düşünceye sadece onun korkutucu görünüşünden dolayı ulaşmaz, zira geceleyin gözetleme sırasında kendisini yakaladığında “gözleri ver” demesi Nathanael’in hayal dünyasında Kum Adam’ın çocuk gözlerine kum atması sahnesini uyandırır. Gözlerinin alınacağının hayali içine korku salar. Nathanael’in gerçekle bağının kopmaya başladığının ilk işaretlerini burada görebilirsiniz. Diğer bir deney sırasında babasının patlama sonucu ölmesiyle birlikte Nathanael kendisini gerçeklikten tamamen uzaklaştıran ve Coppelius ile ilgili korkularını arttıran şok durumuna girer. Her ne kadar Nathanael zaman zaman çocukluğuna bağlı korkularını yenmiş gibi görünse de Coppelius’a hem görünüş hem de isim olarak benzeyen satıcı Coppola’nın ortaya çıkmasıyla birlikte çocukluğuna kadar dayanan korkuları ve hayalleri tekrar tetiklenir. Coppola sattığı ürünleri gösterdiğinde korkuya dayalı tasavvurları ve sanrıları tekrar canlanır. Bu karşılaşma Nathanael’de takip edilme korkuları uyandırır ve bu durumu şiirler yazarak aşmaya çalışır, ancak nişanlısı Clara’nın bu durumu abartılı ve masalımsı bulması onu tekrar düş kırıklığına uğratır. Öz değerinin nişanlısı tarafından zedelendiğini düşünen Nathanael tekrar dürbünle gözetlediği Olimpia’nın cazibesinin etki alanına girer. İlk olarak Olimpia’nın sadece cansız bir bebek olduğunu anlamayan Nathanael düşünsel anlamda tekrar gerçek dünyadan uzaklaşmaya başlar. Karmaşık ruh hali içinde oluşan çarpıtılmış bir gerçeklik onda Olimpia’nın canlı olduğu hissi uyandırır.

Öyküde en çok etkilendiğim figür, mekanik bebek Olimpia’dan da bahsedeyim. Hiç hareket etmeden ve neredeyse tek kelime konuşmadan, sürekli masada oturan Olimpia İtalyan Profesör Spalanzani’nin mekanik bebek olan kızıdır. Şarkı söyleme, dans etme ve konuşma gibi kabiliyetlerle donatılmış bir makinadır. Hayal dünyasının etkisi altında olan Nathanael dürbünden Olimpia’ya baktığında doğrudan gözleriyle görmediği özellikleri dürbün aracılığıyla görür. Optik cihaz aracılığıyla görme eylemi gerçek görüntüyü çok dar bir açıdan çevreden soyutlayarak gösterdiğinden yapay ve bozulmuş hale getirir. Dürbünün büyütme etkisi ve bakış açısının daraltılarak kısıtlanmasıyla birlikte dış dünya önemini yitirir. Tüm dikkati çok dar bir alana odaklandığından algılama sorunu ortaya çıkar ve cansız mekanik bebek Olimpia’nın gözleri canlı gibi görünür. Tek boyutlu bakış açısından dolayı Nathanael gittikçe gerçeklikten uzaklaşarak yalnızlığını da arttırır. Olimpia ile özel bir ilişki kurar ve kısa sürede onun için pek çok şey değişir. Bir taraftan nişanlısı Clara’dan git gide uzaklaşırken, diğer taraftan hastalığı artmaya devam eder. Nathanael ahşaptan yapılmış Olimpia’yı ilk gördüğünde canlı olmadığını anlamaz ve sadece gözlerinin biraz donuk olduğunu söyler. Daha sonra Olimpia’dan büyülenerek farklı gözlerle görmeye başlayan Nathanael’in arkadaşı Siegmund Olimpia’nın mekanik bir bebek olduğunu açıkça söyler. Fakat Nathanael bunu kabullenmek istemez ve arkadaşı Siegmund’un kendisini kıskandığını düşünerek onu savunur. Bu sırada mekanik hareketler yapan Olimpia ise Nathanael’i sadece dinler ve “Ah, ah. … İyi geceler aşkım.” dışında fazla bir şey söylemeden vedalaşır. Olimpia’nın sadece dinlemesi ve ona hiçbir konuda karşı çıkmaması Nathanael için anlayışlı olmanın bir göstergesidir. Nathanael Olimpia’da kendisini görür: “sadece senin tarafından, sadece senin tarafından tam olarak anlaşılmaktayım …” Olimpia’nın gözleri Nathanael’in arzularını yansıtan bir ayna gibidir. Nathanael’in gerçeklikten ne kadar çok uzaklaştığı balo akşamında ateşli bir şekilde aşkını ilan ettiğinde anlaşılır. Profesör Spalanzani’nin evine giden Nathanael tesadüfen sesi Coppelius’a benzeyen Coppola ve Spalanzani’nin bir kadınla ilgili tartıştıklarını görür. Kavga ilerledikçe Nathanael uğruna kavga edilen kişinin Olimpia olduğunu anlar, ancak Olimpia’nın siyah göz çukurlarının yeri boştur. Olimpia’nın gerçekte mekanik bir bebek olduğunu öğrenen Nathanael karanlığın kollarına itilmiş olur.

Sonuç olarak sadece “Kum Adam” gibi bir başyapıt için bile okumaya değecek bir klasik. Tekinsiz, yaratıcı, estetik ve anlam yoğunluğu fazla bir eser.

 

KAYNAKÇA 

Arak, H. (2017). E.T.A Hoffmann'ın "Der Sandmann" Başlıklı Uzun Öyküsünde Figürler ve Göz İzleği, International Journal of Languages’ Education and Teaching Volume 5, Issue 4, December 2017, p. 567-581

Aytaç, G. (1992). Yeni Alman Edebiyatı Tarihi, Ankara: Gündoğan.

Bekes, P. (2006). E.T.A Hoffmann, Der Sandmann, Stuttgart: Reclam.

Kırgız Karak, Ş. (2013). Ernst Theodor Hoffmann’ın Eserlerinde İncelenen Fantastik Bir Motif: Eş Ruh,      Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, Cilt: 6, Sayı: 24, Kış 2013.   

Yorumlar

SİZİN İÇİN ÖNERİLEN DİĞER İNCELEMELER