KİTAP TANITIMLARIM 86.

“KADİM DENİZCİNİN EZGİSİ” (The Rime of the Ancient Mariner) – Samuel Taylor Coleridge, E Y., 102 s., 1. Basım, 2009.


“…ve anlatıncaya kadar korkunç hikâyemi

İçimdeki bu yürek yanar durur.”

 

Kendimle yarışırken, haddimi aşarak şiire de el atma cüreti göstermek istedim. Kitap tanıtımlarımda amacım kitapları tanıtmaktan daha fazlası olmadığına göre, bunda bir sakınca görmeme gerek yok sanırım. Şunu her zaman göz önünde bulundurduğumu belirtmek isterim ki, bir kitabı tanıtırken öylesine rafta görüp alıp okuyup yalnızca kişisel olarak bende yarattığı izlenimleri yazmanın kitap tanıtmak olmadığını düşünüyorum. Yazıldığı dönem ve coğrafya, yazarın kimliği, kitabın tarzı vb. birçok kriteri göz önünde bulundurup bunları araştırmak, bunlar hakkında bilgi edinmek ve tüm bu bağlam içerisinde değerlendirmek lazım eseri. Bunları belirtmek istedim, kitabı tanıtmaya başlamadan önce.

Bu bir şiir kitabı. Tek bir şiir. Ancak, bir fantastik öykü de aynı zamanda. Bir olay örgüsüne, hikâyeye sahip. Tıpkı, Poe’nun “Raven”ı (Kuzgun) gibi… Olay örgüsü fantezi, gerilim, korku ve macera yüklü. Şiir, Romantizm akımının bir ürünü ve ilk örneklerinden. 1798 yılında yazılmış. Dahası, kitabın yazarı Coleridge, İngiliz Romantizm akımının kurucusu ve 5 önemli temsilcisinden birisi. Diğerleri: Byron, Shelley, Keats ve Wordsworth. Şiirin yazımında Worsworth’un da payı varmış. Bazı fikirleri o vermiş. Coleridge’in hayatında ilginç bazı noktaları belirtmek istiyorum. Öncelikle madde bağımlısı olduğu ve bu şiiri de afyonun etkisinde yazdığı söyleniyor. Bunu düşünerek, şiiri normal kafayla okumamanın daha etkileyici bir deneyim yarattığını söyleyebilirim. (Afyon almadım hayır 😊). Bir romantikten beklendiği üzere, Coleridge’in hayatının da önemli bir bölümü yalnız ve mutsuz geçmiş. Kısa süren evliliğini evi terk ederek bitirmiş. Hayatının son 18 yılını, sağlık sorunlarından dolayı bir hekimin evinde geçirmiş ve bu süre zarfında yalnızca 2 kez o evden çıkmış. İlkinde 10 gün kaçmış, ikincisinde doktordan izin alarak Wordsworth ile Avrupa turuna çıkmış.

Bu detaylardan sonra kitaba geçelim. En önemli eleştirimi sonda değil de tam burada söylemek uygun görünüyor öncelikle. Kitapta şiirin orijinali yok. Yalnızca çevirisi var. Bu çok önemli bir eksiklik. Tarkovsky’nin “Nostalghia” filmindeki şair, “Şiir çevrilmez” diyordu. Önemli bir şey söylüyor aslında. Her ne kadar çevrilmez diye düşünmesem de orijinali ile çevirinin birlikte basılması taraftarıyım. Şiir çevirisi elbette çok zor bir iş olsa gerek. Çevirmen başarısı da çeviriyi mutlaka etkileyecektir. Şiirin orijinalini okuyamazsak çok şey kaybederiz. Çünkü yalnızca semantikle değil, daha önemli oranda sentaksla ilgili şiir. Ritim, uyak, akış vs. biçimle ilgili. Fazla uzatmayayım, kısacası yalnızca Türkçesini okuyabiliyoruz elimdeki basımda. Şu an dilimizde birkaç farklı yayınevinden farklı isimlerle basımı olduğunu gördüm kitabın. Orijinaliyle birlikte basılmış olanı da edineceğim. İş Bankası basmış örneğin. Ancak, elimdeki baskı görsel olarak oldukça güzel. Kalın ciltli, şömizli, büyük boyutta. Gözünüzde canlandırabilmeniz için harita metot defterleri büyüklüğünde diyebilirim. Görsellik adına en güzel durum ise kitabın içinde sol sayfada şiir ilerlerken sağdaki sayfalarda şiirin o kısmında anlatılanlardan bir sahnenin illüstrasyonunun bulunması. Bu çizimler Gustave Dore tarafından yapılmış üstelik. Bu açıdan, görsel albenisi yüksek kitabın. İlk 25 sayfasında da çevirmenin özsözü var. Oldukça bilgilendirici bu kısımdan da bu incelememde yararlandım.

Şiirin orijinali olmadığı için yalnızca hikâyeden bahsedeceğim. Şiir, gotik, düş ürünü, alegorik ve felsefi öğelerin bir karışımı olarak değerlendirilebilir.  Yaşlı bir gemici, diyardan diyara gezerek, durdurduğu insanlara geçmişte yaşadığı korkunç bir hikâyeyi anlatır. Bu döngünün bir tanesine tanık oluruz şiirde. Burada anlattığı kişi, bir düğüne giden davetlilerden birisidir. Bir gemi seferinde tayfasıyla birlikte okyanusta kutba doğru sürüklenir denizci. Sislerin içinde yolunu kaybeder gemi. Bir kuş, Albatros onlara yolu gösterir ve sisleri dağıtır. Ancak, nedensiz ve beklenmedik bir şekilde denizci, albatrosu öldürür. Tayfa ise bunun cezası olarak ölü albatrosu denizcinin boynuna asarlar. Daha sonra başlarına bir dizi korkunç, doğaüstü olay daha gelir. İçinde ölüm bulunan bir gemi yaklaşır. Yaşlı denizcinin tüm mürettebatı ölür. Ölülerle birlikte yapayalnız yol alır. Korkunç olaylar devam eder. Sonunda yine doğaüstü şekilde kurtulacaktır.

Çizimler olmasa dahi, hikâyenin en güçlü yanı, zihnimizde etkili manzaralar canlandırması diyebilirim. Okyanus, sis, buz ve kar, boynuzlu ay, iskelet gemi, ölüm perileri, ruhsuz ölü bedenler, meleksi ruhlar vs. Şiirin yazıldığı tarihe bakarsak, Aydınlanma sonrası sistematik felsefelerin yoğunlaştığı bir dönem görürüz. Özellikle Kant’ın ardından gelen Schelling gibi filozofların Coleridge üzerinde etkisi olduğu belirtilmektedir. Romantiklerin genelde doğayı ön planda tutan görüşleri vardır. Spinoza’nın temelini attığı Panteist görüştedir çoğu. Bu şiir de Panteist yorumlamayla okunabilir. Zira geminin başına gelen olaylarda doğa aktif rol oynar gibi görünse de aslında doğaüstü güçler tarafından yönlendirilir her şey. Maddenin ötesinde, insan göremese de sezgiyle hissedilen bir transandantallık olduğu gösterilmektedir şiirde. Doğadaki kozmik bilinç ve doğayla tanrının bütün olduğu panteist fikirler romantikler üzerinde etki yaratsa da Coleridge’in Hıristiyan olduğu bilinmektedir. Panteizmin, Tanrı tanımaz bir şekil alabileceğini fark etmiştir. Denizcinin, uçsuz bucaksız denizlerde yapayalnız olduğu satırlar adeta, şairin Tanrısız, soğuk maddeden ibaret bir dünyadan duyduğu korkuyu yansıtır. Buradan, kişisel yalnızlık ve terk edilmişlik duygularını şiirin çıkış noktası olarak kullandığını söyleyebiliriz. Şiirde doğanın mekanik bilinçsizliği tasvir edilir. Maddi doğada bilinç yoktur. Fırtına, okyanus, sis vs. yalnızca fizik kanunları çerçevesinde hareket eder. Sonradan denizcileri cezalandıran, doğa değil, dünyevi olmayan varlıklardır. Mürettebatın öldüğü dehşetli sahnede görünen boynuzlu ay ise (çok sevdim ben bu görüngüyü) bir bilinç yansıması gibi yine doğaüstü bir durumdur.

Elbette yalnızca analitik açıklamalarla bu şiire yaklaşamayız. Her şeyden önce fantastik bir şiirdir bu ve asıl etkisi hayal gücüyle yaratılan karanlık atmosfer ve dehşetli hikayedir. Ancak hikâyeden mutlaka alt metinler çıkarılabilir. Örneğin şiirin en beklenmedik ve vurucu kısmı olan, denizcinin albatrosu öldürmesi üzerinde birçok yorum yapılabilir. Çünkü görünürde hiçbir nedeni yoktur bu cinayetin. Hatta, kuş gemiye sisler içinde yol göstermiş, yardım etmiştir. Karnını doyurmak için yaptığı bir şey değildir. Şüphesiz, canavarca bir eylemdir bu. Dini yorumlara göre bu davranış sebepsiz olduğu için “Cennetten Kovuluş”u sembolize eder ya da İsa’nın çarmıha gerilişini. İsa çarmıha (cross) gerilmiştir ve albatros da mekanik aksamlı yay (cross-bow) ile öldürülmüştür. Tanrı, onu katledecek olan insanlara sevgi besleyen İsa’yı sevmektedir. Albatros da sevgi beslediği ve kurtuluş yolu gösterdiği insanlar tarafından katledilmiştir. Panteistik görüşe göre de kuş, doğanın bir parçası olduğu için doğaya yani Tanrıya karşı bir başkaldırıdır bu cinayet. Bu nedenle Tanrının cezası da şiddetli olur. Psikanalitik bir görüşe göre ise denizciye sevgiyle yaklaşıp ihanete uğrayan kuş, şairin bilinçaltında annesini ya da terk ettiği eşini sembolize etmektedir. Neden ne olursa olsun, okuyucunun kafası bu davranışın gizeminde kalacaktır sürekli. Sonuç olarak albatrosun öldürülmesinin cezası ağır olacaktır. Coleridge, şiirinde ahlaki düşüncenin başlıca ilkesi ve hareket noktası olmadığını belirtmiş. Çünkü öncelikle salt bir hayal yapıtı olarak görmüş şiirini. Arzusunun, şiirine evrensel bir ahlak anlayışı vermek olmadığı ortadadır. Didaktik bir fabl değildir şiir. Etikten önce estetik gelmektedir şiirde. Ne de olsa afyonun etkisindedir şair, bu şiiri yazarken. O da Poe ve diğer romantikler gibi, özdeksel şeylere düşkün bir dünyada kurtuluşu düşlerde bulmaktadır belki de.

Sonuç olarak eşsiz ve karanlık manzaraların büyüleyici atmosferinde doğa ve doğaüstü ikiliğin ekseninde, yaşlı bir denizci ve mürettebatı ile dehşetli bir maceraya sürüklenmek isterseniz, şiir sizi bekliyor. Ayrıca Iron Maiden 1984 tarihli “Powerslave” albümünde bunu boşa şarkı yapmamış. Bir seferde okuyabileceğiniz ama yıllarca imgelemlerini zihninizde taşıyabileceğiniz bir eser. Normal kafayla okumayın ha 😉

 

“Yıldızlar kararıyordu ve koyuydu gece

Lambada bembeyazdı dümencinin çehresi

Yelkenlerden damla damla akıyordu çiy

Doğu çizgisinin tepesine tırmanmışken

Tek bir parlak yıldız, Boynuzlu Ayın

Alt ucunda belirdi…”

 

Yorumlar

Yorum Gönder

SİZİN İÇİN ÖNERİLEN DİĞER İNCELEMELER