KİTAP TANITIMLARIM 22.

 


“CEHENNEMİN KAPILARI” – Kolektif, Tema Y., 133 s., 1. Baskı, 2017.

İnsanlar tıpkı bir müzik parçası gibi, peşlerinden hoş bir seda bırakarak sona ermelidirler…

Kitapçıda dolaşırken gözüme çarptığı için anlık bir kararla almıştım bu kitabı. Bazen kendilerini fark etmem için el sallıyorlar bana raflardan. Bu kitabı alma nedenim ismi ve kapağı dolayısıyla, hele ki de Japon Hikâyeleri yazdığını görünce korku öykülerinden oluştuğunu düşünmemdi. Ancak, kitap korku öykülerinden oluşmuyor. Çoğu sarkastik, dramatik ve biraz uzak doğu felsefelerini de barındıran edebi öykülerden oluşuyor. Belki 1 tanesine fantastik yapıda diyebilirim.

133 sayfalık kitap, farklı yazarlardan 7 adet öykü içermekte. Japon edebiyatı hakkında maalesef çok az bilgi sahibiyim. Kitaptaki yazarlardan sadece birini biliyordum. Bu derleme aslında o diyarların edebiyatının atmosferini teneffüs etmek açısından hoş bir deneyim oldu. Yazarların yaşamları da ilginç: Tokyo belediyesinin su haznesine atlayıp ya da uyku ilacı içip intihar edenler gibi… İntiharın Japonya’da kültürel olarak farklı algılandığını da biliyoruz elbette.

DİKKAT! YAZININ BUNDAN SONRASI SPOİLER İÇERMEKTEDİR!

İlk öykü Riyunosuke Akutagava’dan “Cehennemin Kapıları”. Bildiğim tek yazar buydu kitaptaki. Elimde “Kappa” adlı bir kitabı var, oldukça beğenmiştim. Bu öykü, eski bir Japon halk anlatısı, Kesa ile Morito’nun hikâyesi üzerine yazılmış. Anlatıya göre Morito adında bir samuray, imparatorun muhafızlarından birinin eşi olan Kesa’ya tutkundur. Kesa’nın kendisine gelmeyeceğini anlayınca ona “Kocanı öldüreceğim.” der. Kesa da cinayeti işlemesi için ona yardım edeceğine söz verir. Ancak, cinayet anı gelip çattığı zaman, kocasının yerine kendisi geçer, onun yerine kadın ölür. Bir kadının kendini feda edişini anlatan bu hikâyeyi birçok Japon yazar, eserlerine konu edinmiş. Bu öyküde de Morito, cinayet anından hemen önce Kesa’nın evinin önündedir; Kesa da içerde beklemektedir. Durum öyküsü olarak ele alınmış eserde, önce Morito’nun sonra da Kesa’nın tek başına kendi kendileriyle konuşmalarını (düşüncelerini) okuruz. Yazar, her iki karakterin bu fiili neden işledikleri üzerinde durarak, aşk-ihanet-gurur-utanç odağında bir yaklaşım sergiler. İnsanın kendi kendine konuşmaları noktasında ilginç bir deneyim oldu bunu okumak.

Kitapta en etkilendiğim öykü olan, ikinci sıradaki “Tokyo Sokaklarında”, Hayaşi Fumiko tarafından yazılmış. En son ne zaman bir şey okuyup ağladığımı hatırlamıyorum. Dram tarzı öyküde yazarın inanılmaz etkileyici bir kalemi olduğunu söylemeliyim. Tavandan damlayan yağmur damlalarının sesini duydum, esen rüzgârı hissettim resmen. Dostoyevski ya da Victor Hugo tarzında diyebilirim. Kocası savaşa gidip geri dönmemiş, ondan bir daha haber alamamış ve sığıntı halinde bir akrabasının yanında kendi oğluyla birlikte yaşayan, geçimini sokakta çay satarak sağlayan Riyo adlı kadının başından geçenler anlatılıyor öyküde. Tokyo, savaştan çıkmış bir harabedir. İnsanlar fakirdir. Etrafta bomba çukurları falan vardır. Bir gün, Tsuruişi adında, eski bir kulübede yalnız yaşayan bir adam Riyo’dan çay alır ve yağmur-soğukta kalmasın diye onu içeri davet eder. Çok iyi yürekli, nazik bu adam yavaş yavaş Riyo’nun hayatına girer. Eşine sadık olan Riyo ilk kez başka bir adamdan etkilenmekte, bir yandan ikilemde kalmaktadır. Sefil hayatında sanki bir umut olmuştur Tsuruişi. Yavaş yavaş ve düzeyli bir şekilde ilerleyen tanışıklıkları, yağmurlu bir gecede bir otel odasında birlikte oldukları muhteşem bir bölümle aşklarını tesciller. Bazı yazarlar diplerde bir çıkış yolu buldururlar karakterlerine, sonra da kapatıverirler sonsuza kadar o yolu. Bir gün Riyo, oğluyla beraber Tsuruişi’nin kulübesine geldiğinde onun yerine etrafı toparlayan yabancılar bulur. Ne yazık ki Tsuruişi, bir önceki gece bir arkadaşıyla kamyon kazasında ölmüştür. Üstelik oraya gitmek zorunda değildir ama arkadaşı biraz hasta olduğu için, ona yardım etmeyi düşünmüş, evindeki tahtaya da Riyo’ya saat kaçta geleceğini yazmıştır. Görünürde senaryonun basit olduğunun farkındayım fakat yazarın üslubu çok etkileyici. Buraya Riyo’nun Tsuruişi’nin öldüğünü öğrendikten sonraki kısa bir bölümü alıntılamak istiyorum:

“İki işçiyi selamlamak için makineleşmiş bir hareketle eğildi, çantasını yine sırtına yerleştirdi. Oğlunun elinden tutarak ne yaptığını bilmez bir halde barakadan dışarı çıktı. Bir bomba çukurunun önünden geçerken gözleri yakıcı yaşlarla sulandı.

‘O adam ölmüş mü anne?’

‘Evet yavrum.’

‘Neden ölmüş?’

‘Irmağa düşmüş de…’

Şimdi yanaklarından aşağıya yaşlar akıyordu. Riyo ile oğlu sokakta hızlı hızlı giderlerken durmadan akmaktaydı bu yaşlar. Sonunda nehrin üzerinde kambur bir köprüye ulaştılar, köprüden geçtiler, sonra derenin kıyısından Hakuho’ya doğru ilerlemeye başladılar. Karanlık nehrin üstünde buz gibi bir rüzgâr esmeye başlamıştı. Öbür kıyıda toplanmış olan bir martı sürüsünün soğuktan donmuş, bahtsız bir hali vardı. Kocaman kocaman mavnalar ağır ağır nehirden aşağıya iniyorlar veya yukarıya doğru çıkıyorlardı.

‘Anne, bir resim defteri alsana bana. Alacağım demiştin hani.”

‘Sonra… Sonra alırım bir defter sana.’

‘Evet, ama anne şu önünden geçtiğimiz dükkânda bir sürü resim defteri vardı. Anne, karnım aç. Yemek yesek mi?’

‘Sonra… Biraz sonra…’

Hepsi bir örnek bir sıra binanın önünden ilerliyorlardı. Genç kadın ‘Ev olmalı bunlar herhalde’ diye düşündü. Bu binalarda oturanlardan her biri bir yuva sahibi olmalıydı. Bir pencerenin önüne havalansın diye bir şilte serilmişti. Bir kadın da odayı topluyordu.

Riyo yavaşça ‘Çay var, çay!” dedi. ‘Ala Şizuoaka çayım var…”

Şu an tekrar ağladım yazarken… Umudun yittiği karanlık bir yaşamda, beliriveren ışığın sönmesi ve tutunduğun bir dalın kırılıvermesiyle kendini yeniden o derinlerde bulduğun anın etkisi… İnsan hayatının ve adaletsiz dünyanın trajedisi… Neden sorusunu sorduğun anlar… Etkileyiciydi…

Üçüncü sıradaki öykü Çin asıllı yazar Nakaşima Ton tarafından yazılmış “Büyük Usta”… Buna fantastik yapıda diyebilirim. Aslında daha ziyade Taoizm felsefesiyle iç içe ve uzak doğunun o fizik kurallarını aşan abartı anlatılarıyla örülmüş bir öykü. Çok rahat, yaşlıların oturduğu bir Çin evini ziyaret etmişiz de bize orda çok yaşlı birisi tarafından gerçekten yaşanmış gibi anlatılan bir halk efsanesi olarak değerlendirebiliriz öyküyü. Çi Ç’ang adlı Çinli kahraman ok ustası olmak istemektedir ve dağın başında yaşayan bir ok ustasından bunu nasıl yapacağına dair ders almaya gider. Adam ona sadece hareketsiz durmayı öğrenmesini söyler. Böylece Çi Ç’ang dikiş makinesinin altında kımıldamadan yatar ve eşi dikiş dokurken dikiş iğnesi kirpiklerine temas etmesine rağmen hiç kımıldamaz, hiç gözünü kırpmaz. Yıllarca böyle bekler. Kirpikleri arasına örümcekler ağ yapınca tekrar ustaya gider. Usta da ona bu sefer bunun daha başlangıç olduğunu, çok küçük olan bir şey onun gözüne küçük, küçük olan bir şey de büyük göründüğü zaman tekrar gelmesini ister. “Bakmayı öğren” der. Çi Ç’ang bir ot parçası üstüne minik bir böcek yerleştirip pencereye yapıştırır ve uzak bir mesafeden kımıldamadan ona bakar. 3 yıl sonra ona böcek at boyunda görünür ve hemen dışarı çıkar. Atlar dağ, domuzlar tepe, piliçler kule boyunda görünür gözüne. Hemen ustasının yanına koşar. Uzatmayayım. Bu şekilde usta bir okçu olduğunu zanneder ama dünyada büyük usta isminde en iyi okçu olduğunu öğrenir. Oraya ondan öğrenmeye gider. Orada yaşananları anlatmıyorum ama 9 yıl sonra döndüğünde bir daha hiç oka ve yaya dokunmaz. “Hareketin en yüksek kertesi hareketsizliktir. Belagatin en yüksek kertesi hiç konuşmamaktır. Ok atmadaki en yüksek ustalık derecesi ise hiç ok atmamaktır.” der. Daha sonra söylentiler, evinin etrafında garip olaylar vesaire… Taoizm felsefesinin “Kudretin en yüksek derecesine sahip insan harekete geçmez. Ancak sınırlı kudrete sahip insan hareket eder ve o gücü göstermeye çalışır” felsefesinin izlerini öyküde görebiliyoruz

Bir sonraki öykü Dazai Ozamu adlı yazardan “Tanrı Misafiri”. İlginç bir delilik öyküsü aslında… Sarkastik yapıda. Bir gün bir çiftin evine onların eski okul arkadaşı olduğunu söyleyen bir adam gelir. Öykü evde geçer. Adam delidir ama ev sahipleri de bir şekilde suyuna giderler, başlarından da atamazlar. Öyle şiddet dolu olaylar ya da açıklamalar da olmuyor, bir yere varmıyor yani. Durum öyküsü diyebilirim buna da. Ancak, hayatımızda da böyle bizi esir eden davetsiz misafirlere bir gönderme sanırım. Okurken bunaldım doğrusu. İlginçti.

Şiga Naoya’nın “Han’ın Cinayeti” aldı öyküsü ise aslında bir sorgu ve karar öyküsü. Öykünün girişi çok vurucu:

Bıçak atılarak yapılan bir varyete numarası sırasında Han adında genç bir Çinli hokkabaz, karısının şah damarını kesti. Kazanın kurbanı o anda öldü. Han da hemen tevkif edildi.”

Aklıma Kafka’nın girişleri geldi. Küt diye girip sanki bütün anlatacağı öyküyü tek paragrafta anlatmış hissi uyandırıyor değil mi? Öykünün geri kalanı, bu cinayete tanık olan bir polis memurunun Han’ı tanıyanları ve son olarak da Han’ı sorgulayıp olayın kaza mı yoksa cinayet mi olduğunu bulmaya çalışmasını anlatan diyaloglardan oluşuyor. Aslında bunu psikanalitik okuyabiliriz bence. Kazara sandığımız bir şeyi bilinçdışında isteyerek yaparız belki de. Han ve eşi arasında geçmişte yaşananlar olayın çözümüne ışık tutuyor bir yerde. Kendisi de emin değildir kaza mı yoksa isteyerek mi öldürdü.

Bir sonraki öykü İbuze Mazuji’den “Külüstür Otobüs”… Bu da sarkastik bir öykü. Sürekli bozulan, camları falan kırık bir otobüsle yolculuk eden yolcular, şoför ve biletçi arasında yaşananlar anlatılıyor. Otobüs hep bozulur, yolcular inip iter ama balayına çıkmış bir çift onlara yardım etmez. Şoför onları döver falan tam delilik. Güzel bir anime kısa film olurdu bundan aslında. Alt metinlerde ise aslında politik bir hiciv var. Otobüs devleti, şoför askeriyeyi, biletçi devlet adamlarını, yolcular da halkı canlandırır. Genç çift ise otoriteye itaat etmeyen azınlıktır şüphesiz.

Son öykü, Niva Fumyo’dan ve“Ah Şu İhtiyarlar!” adını taşıyor. Evet, öykünün adı kendini ele veriyor. Bir türlü ölmeyen ve çok uzun yaşayanlarla ilgili bir öykü… Aşırı yaşlı bir babaannenin ve ona bakan ailelerin etrafında dönen öykü yaşlılık ve ölümün de felsefesini barındırıyor içinde aslında. Japonya’da yaş ortalaması çok yüksek zaten. İlginç, düşünsel paragraflar var içerisinde. Onlardan birisini aşağıda alıntılayarak incelememi sona erdiriyorum. Bu da değindiği fikirler açısından anlamlı bir öyküydü.

Sonuç olarak her ne kadar tam sevdiğim tarz olmasa da farklı bir ülkenin edebi atmosferini soludum ve ilginç bir deneyim oldu benim için. Farklı hepsi birbirinden ve farklı tatlar sundular bana. Yine de aklımda beni etkileyen olarak “Tokyo Sokakları”nın yer edeceğini öngördüğümü söyleyebilirim.

SEÇTİĞİM ALINTI:

“Ansızın Konfüçyüs’ün evlatların büyüklerine göstermeleri gereken saygıya dair öğütlerini hatırladı. Ama ünlü filozof bu öğütleri yaparken bizim babaanne gibi sinsi, hain kocakarıları da düşünmüş müydü? Ona bu haliyle saygı göstermek, taştan yapılmış bir tanrıya tapınmaktan başka bir şey değildi. O artık bir cisimden ibaretti; bunun içinde ruhtan, şuurdan, zekâdan yahut insanları saygıdeğer yapan başka her şeyden en ufak bir iz bulmak imkânsızdı. Yaşlılar, faydasız ve çirkin bir et yığınılar. Hısımlarının da toplumun da başına belalar. Tek bir Japon ailesi yok ki şu halden şikâyetçi olmasın. Fakat aile geleneği denilen şey o çekilmez tesirsizliği, o yufka yürekliliği, o adaletsizliği ile yine de baskın çıkmaya devam ediyor. Bu hale bir çare bulmak gerek. Sosyologlar değil de yine halkın kendisi bulmalı bu çareyi. Çünkü memleketin her yanında bu köhneleşmiş zihniyetten zarar gören yine halkın kendisidir.

Uzak Doğu’da insanlar uzun yaşamayı bir marifet sayıyorlar. Bak mesela bitişiktekilerin köpeğine, sahipleri her önlerine gelene onun 15 yaşında olduğunu söyleyip böbürleniyorlar. Oysa zavallı hayvancağız hem kör hem topal; şimdiye kadar çoktan ölmüş olmalıydı. Biz Japonlar, vakitleri geldi mi hayvanları bile bırakmıyoruz ki ölsünler…

İnsanlar bizim büyükanne gibi birer harabe, yıkıntı haline geldikleri zaman, hayat denen şey öç alıcı bir kuvvet haline geliyor. Hayat da sanki kendisini uzun zaman elinde tutan kimseyi bu yüzden cezalandırmak istermiş gibi, o kimseye karşı dönüyor. Bu gibiler nihayet öldükleri zaman arkalarında ne gibi anılar bırakıyorlar? Sadece son yıllarının o hoş olmayan, acı anılarını! Fotoğraflarına bakılırsa büyükanne eskiden çok güzel bir kadınmış. Ama bizler onu korkunç, kinci bir cadaloz olarak hatırlayacağız hep. İnsanlar tıpkı bir müzik parçası gibi, peşlerinden hoş bir seda bırakarak sona ermelidirler…”

Yorumlar

SİZİN İÇİN ÖNERİLEN DİĞER İNCELEMELER