KİTAP TANITIMLARIM 64-69.

GRAM YAYINLARI GOTİK SERİSİ, 1. Baskılar, 2016:

 

1.    “TEKİNSİZ”– Sheridan Le Fanu, 30 s.

 

 2.    “HEIDEGGER’İN DENEYİ” – Nathaniel Hawthorne, 32 s.

 

3.    “MAYMUN PENÇESİ” – W.W.Jacobs, 32 s.

 


4.    “ÜÇ ÜRPERTİCİ ÖYKÜ” – Anton Çehov, 31 s.

 

5.    “KAVAKLIKOZ HANI’NDA BİR VAKA” – Kenan Hulusi Koray, 32 s.

 

6.    “GULYABANİ” – Hüseyin Rahmi Gürpınar, 160 s.

 

Nerede üzerinde gotik ve/veya korku yazan kitap serileri görsem hiç düşünmeden alırım. Gram Yayınları da küçük boyut ve az sayfalı (Gulyabani hariç) gotik serisiyle kitaplığımda yer aldı tabii ki. Çoğunluğu 19. Yüzyıl yazarlarının öykülerinden oluşan seride 2 adet de Türk yazar yer alıyor. Bir çırpıda okunabilecek, 30-35 sayfalık kitaplardan oluşan serinin 6 tanesini edinip okudum. Edinmediklerim ise zaten iyi bildiğim Poe, Lovecraft ve Bram Stoker idi. Şimdi kısaca elimdekilerden bahsedeyim. 

Sheridan Le Fanu’dan Tekinsiz”, bir hayalet öyküsü.  Türün öncü yazarlarından Fransız üstadın şüphesiz en bilinen eseri, edebiyatta ilk Femme Fatale karakteri olarak geçen meşhur eşcinsel vampir “Carmilla”. Ülkemizde de epey farklı yayınevi tarafından basıldı. Tekinsiz, hayalet öykülerinin klasik formüllerini izliyor. Hava şartları dolayısıyla bir otelde konaklamak zorunda kalan Albay Demarion, bütün odaların dolu olduğunu, yalnızca bir odanın boş olduğunu öğrenir. O oda da hayaletli odadır ve hayaletlere inanmayan Albay odayı tutar. Günümüze kadar sayısız şekilde kullanılan “bir derdi olan, adaleti yerine getirmeye uğraşan, insanları uyaran” hayalet figürünün erken dönem örneklerinden.

Aklımda hep “Rahibin Kara Peçesi” öyküsüyle yer etmiş, Salem doğumlu, meşhur cadı mahkemelerinin yargıçları arasında sülalesinden insanlar bulunduğu için tepki olarak soyadına “w” harfi ekleyen Amerikalı yazar Nathaniel Hawthorne’un öyküsü “Heidegger’in Deneyi” de yine türün ilgi çeken konularından birisi olan gençlik iksirini işliyor. Ömürlerinin son safhalarında olan 4 arkadaşını toplayan Doktor Heidegger, onlara gençlik iksirini bulduğunu açıklar. Kim istemez ki gençlik günlerine dönmeyi değil mi? Daha dinç, daha taze bir beden… Peki ya ruh? Zihin ve tecrübeler ne olacaktır gençliğe döndüğümüzde? Öykünün ana fikri de o sorunun cevabında yatıyor…

Klasik gotik korkuyla ilgili okumalar yaptığınızda karşınıza sıkça çıkan, W.W. Jacobs tarafından yazılmış öykü “Maymun Pençesi”ni de nihayet dilimizde görüp okuma onuruna eriştim. Özellikle Stephen King’in “Hayvan Mezarlığı” romanının fikir temeli olduğu iddia edilen öyküde 3 adet dileği gerçekleştiren bir maymun pençesi, Alaaddin’in Cini görevini üstleniyor diyebiliriz. Aklıma Stevensson’ın “Şişenin Cini” öyküsünü de getirdi. Maymun Pençesi 3 dileği yerine getirirken bir şeyleri de götürmektedir. Okunmalı.

Bu seride okuduklarım içinde en beğendiğim kitap ise usta yazar Anton Çehov’dan “Üç Ürpertici Öykü” oldu. Öncelikle, durum öykülerinin yaratıcısı yazarın gotik korku serisinde olmasına şaşırdım. Buradaki üç öykü ise olay odaklı ve türün sınırlarına giriyor gayet. İlk öykü olan “Ürpertici Bir Gece”nin anlatıcısı Ivan Petroviç Spektrov,  bir dostunun evinde ruh çağırma toplantısı yapmıştır ve Spinoza’nın hayaleti görünüp ona dünyadan göçüp gitmek üzere olduğunu, tövbe etmesi gerektiğini söyler. O gece evine giden anlatıcı odasında pembe bir tabut görerek başka bir arkadaşının evine kaçar. Orada da başka bir tabut görecektir. Devamı öyküde… İkinci öykü “Kötü Bir Meslek”te ise mezarlık bekçisi gece mezarlıkta yolunu kaybettiğini söyleyen birisine rastlar ve ona mezarlıktan çıkış yolunu gösterir. Çıkışa kadar ona eşlik eder. Aralarındaki diyaloglardan oluşur öykü. Gerçekten de yolunu kaybetmiş birisi midir? Cevabı öyküde. Son öykü ise ayna imgesine odaklanıyor. Buradaki fikir, kırılmış, çatlamış ve bütünlüğünü kaybetmiş aynanın gerçekleri olmadığı gibi yansıtmasıdır. Estetik algılar üzerine düşündürebilecek bir öykü. Öykülerin ortak noktası doğaüstünün, korkunun çerçeve olarak kullanılması aslında. Okurken çok keyif aldım.

Türk edebiyatında, milli edebiyatçıların sığlıklarına, gerçeklikten kopmuş ve içi boşalmış milliliklerine tepkili bir oluşum olarak bilinen Yedi Meşaleciler içerisindeki tek öykü yazarı olan Kenan Hulusi Koray’dan “Kavaklıkoz Hanı’nda Bir Vaka”, serinin diğer kitabı. Kitaba adını veren öykü dışında kitapta “Dirilen Mumya” ve “Kıllı Maymun” adlarında iki öykü daha var. Yerli edebiyatta az bulunan gotik korkunun izinden gidiyor yazar. Öykü isimleri içerikleri konusunda yeterince bilgi veriyor. Kitaba adını veren öykü, Le Fanu’nunkine benzer bir yol izliyor. Burada, konaklamak zorunda kalınan yer Konya ile Beyşehir arasında Kavaklıkoz tepelerinden birinin eteğine kurulmuş bir handır. Öyküleri çok beğendiğimi söyleyemeyeceğim ama yerli yazar olması ilgi çekici.

Son olarak Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın meşhur “Gulyabani”si yer alıyor seride. 160 sayfalık bir romanın öykü seçkisinde yer alması ilginç. Söz konusu gotik korku, fantastik olunca ben yerli yazarlarda pek aradığımı bulamam. Sanırım batının kültürüne daha çok ilgi duyuyorum bilemiyorum. Bu romanı bir okuyayım diyordum epeydir, sonunda okudum ve zevkle okumadım açıkçası. Tabii ki yerli edebiyatta yazarın değerine söz etme haddine sahip değilim, ama kendimi ifade etme hakkına sahibim sanırım. Öncelikle objektif değerlendirmelerden başlayayım. 1864 doğumlu yazar, bu romanı 1911’de yazmış. Kitaba başlamadan yazara yaşlı bir kadından gelen bir mektup ve yazarın yolladığı karşı mektup yer alıyor. Bu kısım kurgu mu gerçek mi bilmiyorum ama oldukça ilginçti. Yaşlı, kadın okur, son zamanlarda yazarın şöyle korkudan onları tir tir titretecek bir roman yazmadığı için serzenişte bulunmakta, o tarz bir roman istemektedir. Yazar da bu mektuba istinaden bu romanı yazar. Karşı mektubunda ise her ne kadar korkutacak olsa da aslında doğaüstü şeylere inanmadığının ve sonunda her şeyin mantıkla açıklanacağının altını çizer. Spoiler’ı başta vermektedir yazar yani. “Süt Kardeşler” filminden de biliyoruz elbette sonunu ancak kitapla filmin “Gulyabani” karakteri ve delirtilmeye zorlanan evin hanımı (Adile Naşit’in oynadığı karakter) dışında ortak bir noktası yok. Filmin senaryosuna ilham olmuş diyebiliriz en fazla. Kitapta birinci ağızdan, Muhsine Hanım’dan anlatılıyor olaylar. Cinleriyle meşhur bir köşkte hizmetli olarak çalışmaya başlar ve bir sürü doğaüstü olay yaşar. Sadece gulyabani değil, Samsam, Gamgam gibi birçok cinle karşılaşır. Sonunda hepsinin bir oyun olduğu ortaya çıkar. Yazar, doğal bir dil kullanıyor. Karakterler halk ağzıyla konuşuyorlar, olduğu gibi. Sade bir dil. Bolca yerli kültürden bilmeceler, maniler İslami cümleler-dualar okuyorsunuz karakterlerin ağzından. O dönemki İstanbul’daki farklı karakterleri, özellikle yaşlı kadınları yansıtıyor. Hurafelere olan inancı eleştirmesi konusunda takdirimi de kazanıyor. Zeki ve kurnazların, saf ve cahilleri kandırarak işlerini yürüttükleri çarpık bir düzenden kurtulmak için akılcı düşüncenin gelişmesi gerektiğini savunuyor alt metinlerde. Çevre betimlemelerinden ziyade karakterlerin üzerinde duruyor. Bu karakterleri yerel şivelerle konuşturuyor. Korku değil de mizah olarak okunabilecek bir tarzı var. Şimdi sübjektif olayım. Esas olarak batı edebiyatı sevdiğimdendir muhtemelen, okurken çok keyif almadım. Sanırım ben doğduğum kültüre yabancılaşma ya da zıt gitme modunda davranıyorum. Korkmadığım gibi gerçekten gülmedim de. Sonunu önceden bilmek de etkilidir tabi. Kurguda, sonda ortaya çıkan ve her şeyin onların oyunu olduğu anlaşılan karakterlerin daha önceki bölümlerde pek geçmemesini eksi olarak görüyorum bir yazar için. Her şeyi bir mantığa oturtma çabası ve yazarın vermeye çalıştığı ana fikir tamam. Ancak benim aradığım karanlık estetik, sanatsal bakış açısı hiç yok yazarda. Bizdeki önemli eksiklerden birisi bu sanırım. 15 yaşında liseye yeni başlarken okusaydım belki böyle düşünmezdim bilemiyorum. Seviyesi o kadar benim için. Neyse, yerli edebiyatçılar tarafından taşlanmadan yorumlarımı bitireyim. Aslında babaanneme hediye edebilirim kitabı, o sever belki. 

Yorumlar

SİZİN İÇİN ÖNERİLEN DİĞER İNCELEMELER