KİTAP TANITIMLARIM 23.

 


“BÜYÜK USTALARDAN GERİLİM ÖYKÜLERİ” – Kolektif, Dipnot Y., 220 s., 1. Baskı, 2017.

“Dios! Dios! Garajos Demonios!”

Öykü… Hayatımda çok önemli bir yeri olan yazın türü. Hele ki fantastik tarzda ise (korku-gerilim vb.)… İşte yine derlenmiş bir öykü seçkisi okuyarak farklı diyarlarda bir görünmez adam gibi dolaşarak birçok farklı olaya tanıklık etmenin keyfini yaşamış olarak, size bu kişi ve olayları anlatmaya hazırım.  Yeraltı mahzenlerinden elit balolara, feodal dönem beylik şatolarından gotik kalelere, tuhaf deneyler yapılan okyanuslardaki adalardan mağaralara kadar yoğun bir gezi yaptım.

10 farklı yazarın birer öyküsünden oluşan kitapta öykülere genel baktığımda aslında çoğunun korku tarzında olduğunu görüyorum. Bunun yanı sıra bilimkurguyu da sayabiliriz. Doğaüstü olaylar 7 tanesinde yer alıyor. “Gerilim Öyküleri” ifadesi tercih edilmiş olması ne kadar doğru bilemiyorum. “Büyük Usta” ifadesini düşünürsek de Stoker ve Poe gibi isimlerin yanında ilk defa duyduklarımın da kitapta yer aldığını söyleyerek o ifade üzerinde de düşünmek gerektiğini söyleyebilirim. Asıl ortak yanları bence modern dönem öncesi yazarlar olmaları çoğunun. 20. Yüzyıl doğumlu olan yok sanıyorum içlerinde. Kitaptaki ilk 3 öyküyü biliyordum, diğer yedisini ilk kez okudum. Yine de bildiğim öyküleri de yeniden okumak keyifli oldu. Aslında oradan buradan toparlanıp derlenmiş öykü kitaplarını yayıncılık anlayışı olarak eleştiririm ama içlerinde Türkçede ilk defa olan öyküler barındırmaları bu düşüncemin köşelerini yuvarlaklaştırıyor.

Kitap, Bram Stoker’dan efsane “Dracula’nın Konuğu” ile açılıyor. Defalarca okumama rağmen yeniden zevkle okudum. Özellikle, anlatıcının (Jonathan Harker olsa gerek) gözlerini bir mağarada açtığında büyük bir kurdun, boynundan kan yaladığını anlattığı sahne hala etkileyiciliğini koruyor. Bu öykü “Dracula”da yer alması düşünülüp sonra vazgeçilmiş ve oradan çıkartılıp ayrı yayımlanmış bir öykü. Henüz Romanya’ya ulaşmadan, Almanya’da yolda konaklama esnasında geçen öyküde Dracula uzaktan da olsa konuğunu koruyor.

Bu tarz seçkilerde mutlaka yer alan üstat Poe’nun “Amantillado Fıçısı”, kitabın ikinci öyküsü. Nedenini bilmediğimiz, acımasız bir intikamın kurbanının soğuk ve kemiklerle dolu ürpertici bir yeraltı mahzenine, kandırılarak diri diri gömülmesinin öyküsü. İlk düşündüğüm, neden bu öykünün seçildiği oldu. Poe’nun çok daha iyi öyküleri var. Sanırım farklılık olması ve “gerilim” ifadesine uyması açısından tercih edilmiştir diye düşünüyorum.

Polidori’nin “Vampir”i, bir sonraki öykü. Korku edebiyatıyla haşır neşir olanın her zaman karşısına çıkmıştır. İsviçre’de bir sohbet ve iddia sonucu Lord Byron “Gavur – Bir Öyküden Parça”yı ve Polidori de bu öyküyü yazar. Ayrıca efsane “Frankenstein” da Mary Shelley tarafından yazılır. Hep tartışma konusu olmuştur. Edebiyattaki ilk vampir öyküsü Byron’ınki mi yoksa Polidori’ninki mi? Ayrıca ikisinin öyküsü de birbirine benzediği için birbirlerinden çalma tartışmaları da süregelmiştir. Her ne olursa olsun Polidori’nin öyküsündeki Lord Ruthven, birçok yönden aslında “Dracula”nın temelini oluşturur. Aristokrat, pelerin giyen, yakışıklı ve balolarda gezen bir vampir… Öykünün kurgusu müthiş olmasa da ilklerden olması ve sonraki döneme etkisi bakımından bir klasik gözüyle bakabiliriz.

DİKKAT! YAZININ BUNDAN SONRASI SPOİLER İÇERMEKTEDİR!

Amerikalı ilk proleter yazar, denizlerin adamı Jack London’dan “Binlerce Ölüm”, kitapta 4. Sırada. Tam anlamıyla bilim kurgu tarzında olan öyküde aslında bilimsel hatalar da olsa kendisini defalarca farklı yöntemlerle öldürüp, ölüme çare olarak bulduğu makineyi deneyerek onu yeniden uyandıran babası tarafından bir adada esir tutulan başkarakterin oradan yine bilimle kurtulduğuna tanık oluruz. Geliştirdiği akıl ve yöntemle kurduğu düzenek yardımıyla insanları gaza dönüştürerek yok eder! Genelde macera öyküleri okumaya alışık olduğumuz yazar aslında bu öyküde farklı yolardan ölmenin tecrübelerini ve acısını yaşatıyor okuyucuya. Bazen yaşamlarımız öyle bir hal alıyor ki sürekli farklı şekillerde ölüyoruz. Belki de bir çıkış yolu bulup bizi öldüren insanları buharlaştırmalıyız.

Jerome K. Jerome’den “Dans Eşi” adlı öykü oldukça enteresan. Yazarı ilk kez duydum. Oldukça neşeli, mutlu ve keyifli, umut dolu ilerleyen öykü finalinde kana bulanıyor! Hareketli oyuncaklar yapan bir deha, bir sohbet esnasında kadınlardan duyduğu bir istek üzerine gizlice, kusursuz şekilde dans eden bir adam robot yapar. Robot olduğunu kimse bilmez elbette. Onu bir baloya getirir ve kadınlar onunla dans etmeye bayılır. Daha hızlı daha hızlı dans eden robot kontrolden çıkar ve bu kontrolsüz hareket ve devinim, baloyu kana bular. Fantastik! Zorlayarak çıkardığım ana fikir sanırım insanları kusurlarıyla kabul etmek. İlginçti öykü…

Danimarkalı ve yine ilk kez okuduğum yazar Otto Larssen’in “Elyazması” adlı öyküsü doğaüstü şeylere inanmayan iki aristokratın entelektüel sohbetini konu ediniyor. Önce bir fırtınada kaybolup sonra sanki birden beliriveren bir kitap elyazmasının arkasında yatan ve tamamen mantıkla açıklanabilen olaylar zincirini gözler önüne seriyorlar. Aslında anlam veremediğimiz ve açıklayamadığımız her şeye doğaüstü bir atıf yaptığımız gerçeğini gözler önüne seren, doğaüstü öykülerin ağırlıkta olduğu bir kitapta tam ters yolda yürüyen bir öykü.

İsveçli Selma Lagerlöf tarafından yazılan “Kanun Kaçakları” da yine içerisinde doğaüstü bir olay bulunmayan bir öykü. 1900’lerin başında Nobel edebiyat ödülünü almış bu yazarı da ilk kez okuyorum. Birisi bir rahip katili diğeri de bir hırsız olan (aslında babasının hırsızlık suçunu üstlenmiştir) ve kanundan kaçıp bir ormanda karşılaşan iki gencin yaşadıkları anlatılıyor. Gizli bir mağarada yaşarlar. Hayvan avlayarak geçinirler. Peşindekilerden kaçacak yöntemler geliştirirler. Sevdiği kadın için bir rahip öldüren Tord, dindar yetiştirilen ve adalet anlayışına takıntılı durumdaki Berg’le birbirlerini tanıdıktan ve geçmiş sırlar ortaya döküldükten sonra; Berg Tord’u bir din adamını öldürdüğü için günahkâr olarak görerek onu öldürme teşebbüsünde bulunur ancak kendisini savunan Tord, onu öldürür… Mesajı gayet açık görüyorum öyküde…

Balzac! Utanarak söylüyorum ki şu ana kadar okumadığım bir üstattı. Kitapta yer alan gotik korku öyküsü “Hayat İksiri”ni okuyunca müthiş bir edebi dil ve üslupla karşılaştım. Gerçekten vurucu bir tarzı var. Mekânlar ve eşyalar, dışarıdaki ay ışığı ve ölüm döşeklerine kadar gotik kelimesinin hakkını veren öyküde, Don Juan’ın yaşadıklarına tanık oluruz. Babası ölmek üzereyken ona bir iksir keşfettiğini ve öldükten hemen sonra o iksirle vücudunu ovmasını söyler. Don Juan ise sadece iksiri denemek için bir gözünün üzerine sürer ve o göz açılır. Tek gözün yalvarırcasına baktığı ve yaş aktığı sahne mükemmel! Don Juan, servete konmak için babasını ölümden döndürmez, onu gömerler. Refah içinde bir hayat yaşadıktan sonra kendisi ölüm döşeğindeyken bu kez de kendi oğlunu, bu iksiri üzerinde kullanarak ölmesine izin vermemesi için kullanmak zorunda olduğu ana sıra gelir. Ancak, kendi yaptığı gibi oğlunun da servete konmak için onu ölümden döndürmeyeceğinin farkındadır. Dolayısıyla iksirin hayata döndürücü etkisinden bahsetmez. Onun yerine, bunun kutsal bir sıvı olduğunu, kendisinin günahkâr yaşadığını ve öldükten hemen sonra iksirle vücudu ovulmazsa cehenneme, ovulursa cennete gideceğini söyler. Fikri tutmuştur. Oğlu denileni yapar. Ancak yüzüne sürüp koluna geçtiği zaman kol birden hareket eder ve çocuğun boğazını sıkar. İmdat çığlıklarına yetişen hane halkı çocuğu kurtarır ve Don Juan’ın gençleşmiş ve canlı görünen yüzünü tanrının bir mucizesine bağlarlar. Öykünün sonunda bir kilisede herkesin tanrıyı överek esridiği Don Juan’a yönelik ayin sırasında canlanıp bedenden ayrılan kafa rahibin beynini yerken bir yandan da Latince şeytani sözler sarf eder. Müthiş!

İngiliz Kraliyet Donanması’nda cerrah olarak çalışmış yazar William Gilbert da ilk kez duyduğum ve okuduğum bir yazar oldu. Kitaptaki en uzun öykü, hatta art arda hızla gelişen olay örgülerinden oluşan bir novella diyebileceğim “Gardonal’ın Son Beyleri”, tam bir dönemsel gotik korku! Buradaki gotiklik aslında feodal dönem, beylikler, atlar-şatolar-eski kulübeler ve arazilerden ileri geliyor. Bu açıdan Balzac’ın öyküsündeki gotiklikten farklılaşıyor. Ancak çok önemli bir korku figürü karşımıza çıkacak ve gotikliği tamamlayacak! Hikâye, İtalya topraklarında geçiyor. Biraz diyar fantazyaları atmosferi de var. Bir çiftçi kadına âşık olan Baron Conrad, elçisi aracılığıyla evlenme teklifi yollar. Kabul edileceğinden emindir ama Teresa isimli gururlu kadın, zalim baronun teklifini şiddetle reddeder ve sert sözlerle elçiyi yollar. Bunun üzerine baronun gazabı neticesinde elçi ve diğer silahlı adamlar evi basarlar ve ateşe verirler. Aslında amaçları Teresa’yı canlı ele geçirmektir; aileyi camdan atlamaya zorlamaktır. Ancak, iki çocuk camdan atladıktan sonra tam Teresa da atlayacakken yatalak babasını alevler içinde bırakmamak için geri döner. Alevlerin dikkatini çektiği ve önceden böyle bir saldırı için hazırlıklı olan köylüler olay yerine geldiği için elçi ve adamları kaçmak zorunda kalır. Bir ara beyazlar içinde koşan bir kadın görürler ve bunu Teresa olduğunu düşünüp peşine düşerler ama gün ağarırken görüntü yok olur! Bunun üzerine eli boş dönerler ve baron onlara ceza verir. Sonra bölge valisinin oğlunu kaçırarak esir tutar ve Teresa’yı verirlerse oğlanı bırakacağını, yoksa öldüreceğini söyler. İşte burada devreye ilginç bir karakter giriyor. Innominato! Bu adlı ve hakkında pek bilgi verilmeyen bir soyludan köylüler yardım istemeye gider. O da onlara barona Teresa’nın kendi gözetiminde olduğunu, eğer onu istiyorsa gelip kendisiyle konuşmasını söylemelerini ister. Fakat köylüler bunun doğru olmadığını bildiklerini, Teresa’nın yangında öldüğünü söylerler. Innominato yine de “Siz dediğimi söyleyin” der. Bunun üzerine Baron Innominato’yu ziyarete gelir. Innominato barona eğer çocuğu bırakırsa ertesi gün Teresa’yı yollayacağına dair söz verir ve kesinlikle bir hainlik planlamamasını söyler. Bir serçeyi kafesinden salar ve bu serçenin her hain düşünceyi kendisine ileteceğini söyler. Nitekim öyle olur. Baron ne zaman bir hainlik planlasa o serçeyi etrafında görür ve ölüm tehlikesi atlatır. En son artık sözünde durur ve çocuğu bırakır. Oldukça sürükleyici olay örgüsünde bu noktada okuyucu olarak ne olacağını merak ederiz çünkü Teresa ölmüştür. Innominato’nun adamları eşliğinde telli duvaklı at üstünde Teresa, baronluğa getirilince şaşırırız tabi. Sonra adamlar ortadan kaybolur ve düğün gecesi durumun ne olduğuna dair ilk işareti alırız. Baron Teresa’ya “Ellerin ne kadar soğuk” der! Evet, Teresa bir vampirdir ve gece gerçek yüzünü gösterip baronu ısırıp öldürür. Oldukça sürükleyici ve fantastikti ancak Innominato kimdir, kökeni nedir ve kadını nasıl vampir yapmıştır gibi ciddi boşluklar var. Acele etmeden bir araştırma yaptım ki zaten şüphelendiğim gibi bu öykü aslında öncesi-sonrası olan bir kurgunun parçası olabilir. Zira yazarın Innominato diye bir kitabı var. Türkçede yok maalesef ama cidden merak ettim.

Son öykü yine ilk kez duyduğum bir yazardan, Hugh Conway’den “Stradivarius’un Gizemi” adını taşıyor. İçine kan lekesi bulaşmış özel bir keman, çalanı kontrol ederek geçmişte yaşanan olayları tekrar yaşatıyor. Aşk uğruna bileklerini kesip intihar eden müzisyen, son olarak bileğinden kan akarken aşk ve ölümün acısını o kemanı çalarak müziğe dökmüştür. Öyküde müthiş bir sanat-müzik teorisi ve ruhu mevcut. Keman, kendisini çalana hayatında duyduğu en etkileyici besteyi çaldırmakta, geçmişteki olayları yaşatmakta ve her şey bittiğinde ezgileri unutturmaktadır. 

İşte böyle… Yine güzel bir öyküler yolculuğundan geçtim. Her daim yazıyla, sanatla, karanlıkla ve öyküyle kalalım. 

 

SEÇTİĞİM ALINTI:

“Hayret yaratan müzikte bir değişiklik daha olmuştu. Uzun dalgalanmalı legate bir pasaj yumuşak, duygulu ve yalvarıcı bir dizi içinde gelişirken, neşe ile korkunun birbirine karıştığı bir hali anlatan özü sözü yerinde notalar duyulmaktaydı. Bestecinin ilhamını gönlüm takip edip anladığı içindir ki “Bu aşktır!” diye kendi kendime mırıldandım.”

Yorumlar

SİZİN İÇİN ÖNERİLEN DİĞER İNCELEMELER