KİTAP TANITIMLARIM 150.

“ÜÇ SAHTEKAR” (The Three Impostors) – Arthur Machen, İthaki Y., 165 s., 1. Baskı, 2019.

 

“Her şeyin loşluk ve yokluğa gömüldüğü bu yerde sedirden bir kasvet içinde yürüyoruz, gök ciğerlerimize çürüyen bir hava üflüyor.”

 

Orta Çağ’da, “Des Tribus Impostoribus” (Üç Sahtekâr) isminde, insanlığın peygamber olduğunu iddia eden Musa, İsa ve Muhammed adında üç kişi tarafından kandırıldığı tezini savunmakta olan bir kitap varmış. Birçok konsül tarafından şiddetle yasaklanan kitabın yazarının kim olduğu bilinmemekteymiş. İddiaya göre pek çok dile çevrilmiş, ancak sistematik bir şekilde yok edilmiş. Çıktığı tarihlerde çok büyük yankı uyandıran kitabın tüm nüshalarını yok etmek için bilhassa papalık çok uğraşmış. Gotik korku edebiyatının önemli isimlerinden, 1863 Galler doğumlu Arthur Machen, kitabın ismini buradan almış. Ancak, yalnızca ismini…

“Pan’ın Labirenti” filminin esin kaynağı olan “Yüce Tanrı Pan” kitabı ve bazı öykülerini tanıtmıştım bu önemli yazarın daha önce. Yine öykülerden oluşan bir kitap sandığım “Üç Sahtekâr” ise aslında kısa roman. Fakat ayrı öykü olarak okunabilecek alt bölümlere de sahip. Ezoterik, grotesk, gizemli gerilim-korku-macera olarak tanımlayabileceğim kurgu Londra’nın karanlık sokakları ve mekânlarında geçiyor. Serim ve düğüm için ise eski, terkedilmiş, izbe, tekinsiz bir ev kullanılıyor. Okült bir tarikat, her şeyi bilmemiz-öğrenmemiz mümkün mü sorusuyla başlayan ve bulaşılmaması gereken gizli konular, altın bir sikke, etrafa tedirgin bakışlarla bakan ve herkesten kaçan gözlüklü bir adam ve merkezde yer alan iki ana karakterin etrafında şekilleniyor olaylar.

Kitap bitince anlıyoruz ki, zamansal olarak “Giriş” bölümü aslında final sahnesinin ilk yarısı. Sonra en geriye giderek lineer bir şekilde olay örgüsü gelişirken, son bölümde girişte kalındığı yerden final tamamlanıyor. O yüzden kitabı bitirince mutlaka dönüp giriş bölümünü tekrar okuyacaksınız. Girişte bazı karakterlerin birbirleriyle diyalog halinde, izbe bir binadan çıktıklarını okuyoruz. Bazı konular hakkında konuşuyorlar ve tamamladıkları bir durumdan bahsediyorlar. Birbirlerine seslendikleri için isimleri bir kenara not alıyoruz, zira bu kişiler hikâyede karşımıza ayrı ayrı çıkıyor. Özellikle 3 tanesi… Üç sahtekâr, evet… Onlar binadan uzaklaşırken binaya yaklaşmakta olan iki kişi, Dyson ve Phillipps ise merkezdeki ana karakterler.

Dyson ve Phillipps, birisi doğaüstüne inanmayan, akılcı diğeri ise septik karakterlerdir. Bu iki arkadaş, kadim altın bir sikkenin bulunması, Londra’da tesadüf (mü acaba?) eseri karşılaştıkları bazı kişiler ve bu kişilerin onlara anlattıkları hikâyeler sarmalında birbiriyle bağlantılı olayları çözmeye çalışmaktadırlar. Dolayısıyla hem “şu an” yaşanan Dyson ve Phillipps ile diğer karakterlerin maceralarını okuyoruz, hem de o karakterlerin anlattıkları geçmiş hikâyeleri. Tam da bu ikincil hikâyeler ayrı alt başlıklar oluşturuyor. Ayrı korku öyküleri olarak da olabilecek bu anlatılarda karakterler yakın geçmişte yaşadıkları korkutucu, garip olayları aktarırlar. Birbirinden tuhaf bu korkutucu olayların nihai olarak vardığı sonuç, neden o herkesten kaçan gözlüklü adamın peşinde olduklarıdır. Hepsinin ortak noktası o adamı yakalamaktır. Anlatılan bu farklı hikâyelerin yalan olduklarını okuyucu sezinler. Zaten kitabın adından da bu anlaşılmaktadır. Ayrıca gözlüklü genç adamın neden bulunması gerektiğiyle ilgili hepsi farklı bir olay anlatmaktadır. Hepsinin birden doğru olma olanağı yoktur. Bu öykülerden “Karanlık Vadinin Öyküsü” Amerika’nın batı iç bölgelerinde yaşanan, sonu büyücü diye idama varan olayları anlatır. Diğer öykülerde bazı nesneler rol oynar ve anlatıların başlıklarını oluşturur: “Kara Mühür’ün Öyküsü”, “Beyaz Tozun Öyküsü”, “Demir Hanımın Öyküsü”…  Sonuncusu, okurken hemen anlaşılacağı gibi, bir engizisyon işkence aletidir (Iron Maiden gibi) ve irade sahibi, canlı bir varlık gibi davranarak tekinsiz yapıyı oluşturur finalinde. “Beyaz Tozun” öyküsünü çok beğendim. Habis, kötücül bir forma hem ruhen hem de fiziki olarak metamorfoz temasını çarpıcı bir şekilde işler. Hemen akla Stevenson’ın “Dr. Jekyll ve Bay Hyde” klasiğini getirir ki zaten Machen’ın etkilendiği yazarlardan birisidir kendisi. Özellikle karakterin kendini evde odaya tecrit ettiği sahneler, Bay Hyde’ın yaptıklarına çok benzer. Bu hikâyede gizemli, antik beyaz bir tozun nadir bulunan bir ilaç sanılarak içilmesiyle başlamaktadır dönüşüm. Finalde, deformasyon korkusu – beden korkusu tarzının erken dönem prototip sahnelerinden birisiyle karşılaşırız.

Ana hikâyeye geri dönecek olursak yavaş yavaş çözülen bir gizem, iç içe geçmiş hikâyeler sarmalının sonunda işin altından kadim bilgilerle uğraşan gizli bir örgüt çıkar. Tabii sonda bu örgütü, altın sikkenin sırrını, gözlüklü adamın kim olduğunu ve neler yaşandığının gerçek hikâyesini öğreniyoruz. Okuyucuyu, şok- habis bir final beklemektedir. Evet, kötü son… Böyle kötü son konusunda Matthew Gregory Lewis’in “The Monk” (“Keşiş”, “Şeytanın Gizli Yüzü” isimleriyle de dilimize çevrildi ve tanıtmıştım ben de) romanıyla kapışır.

Machen, karanlık ve şeytani bir korku-gerilim klasiğine imza atmış. Modern üslup kullanılan akıcı anlatı, gizem sürükleyici bir okuma deneyimi sunuyor. Türün fanlarının mutlaka okuması gerektiğini düşünüyorum. Kadim zamanlara dayanan sırları çözmek istiyorsanız bu grotesk okült novellaya buyurun. Uzun zaman sonra Dan Brown adlı bir yazar da bu mantaliteyi kullanarak yazdığı romanlarla popüler ve zengin oldu. 

 

SEÇTİĞİM ALINTI:

“Bu sikkenin namını biliyorum. Bize kalmış olan nispeten az sayıdaki tarihsel nesnelerden biri; hakkında okuduğumuz mücevherler gibi hikâyeleri var. Hatta etrafı koca bir efsane döngüsüyle çevrili; hikâyeye göre Tiberius’un yüz kızartıcı aşırılıklarından birini anma sebebiyle basılmış. Arkasındaki yazıyı görüyorsun: ‘Victoria’. Olağandışı bir kazadan ötürü bütün baskının eritme potasına atıldığı ve yalnızca bu tek sikkenin kurtulduğu söyleniyor. Tarih ve efsaneler arasında ışıldıyor, asırlık süre zarflarında farklı kıtalarda bir bulunuyor bir kayboluyor. Bir İtalyan hümanist tarafından bulunmuştu, o da kaybetti ve sonra tekrar bulundu. 1727’ye kadar haber alınamamıştı ki Türkiye’de ticaret yapan Sir Joshua Byrde Halep’ten İngiltere’ye getirdi, Byrde sikkeyi üstatlara gösterdikten bir ay sonra tekrar ortadan kaybolmuş ve kimse nerede olduğunu o zamandan beri bilmiyordu. Ama şimdi burada! Cebine koy Dyson…”

 

 

 

 

Yorumlar

SİZİN İÇİN ÖNERİLEN DİĞER İNCELEMELER