KİTAP TANITIMLARIM 78.

“OTRANTO ŞATOSU” (The Castle of Otranto) – Horace Walpole, Can Y., 129 s., 1. Basım, 2011.

“Asıl sahibi orada yaşayamayacak kadar büyüdüğünde, Otranto Şatosu ve Lordluğu mevcut ailenin elinden çıkacak.”

Can Yayınları’nın Gotik Edebiyat Seti’ne devam ediyorum. Sıradaki kitap, İngiliz Sir Horace Walpole’ün 1764’te, kendi şatosunda gördüğü bir rüyadan yola çıkarak yazdığı ve “Gotik” teriminin edebiyat anlamındaki ilk örneği kabul edilen klasik novella: “Otranto Şatosu”. Elbette daha önce okudum ve elimde farklı yayınevlerinden baskıları var. Bu sete girişmişken hızımı alamayıp bu eseri de yeniden okumak istedim. Setteki diğer kitaplar gibi yine oldukça albenili, karanlık, kabartmalı figürler içeren bir kapağa sahip kitap. Şu an ülkemizde birçok yayınevi tarafından basılmış durumda olan kitap, benim gibi gotiğin, korkunun, fantastiğin edebiyattaki kökenine inmek isteyenler için bir başlangıç noktası oluşturuyor.

Hikâye, Otranto Prensliği’nin merkezi olan, kitaba ismini veren şatoda geçiyor ağırlıklı olarak. Prens Manfred’in oğlu Conrad’ın düğününde öldürülmesiyle başlayan olaylar zinciri hız kesmeden ilerliyor. Manfred’in kızı Matilda, eşi Hippolita, müstakbel gelini Isabella ve etraflarındaki korumalar, hizmetçiler, köylüler, rahip ve gizemli diğer karakterlerin etrafında gelişen olayların anlatıldığı hikâyenin üzerinde gölgesini kitap boyu sürdüren çıkış noktası ise bir kehanet. Geçmişteki hesaplaşmalar, gerçekleşen kehanetler, erdem ve ahlak, cesaret, ölüm ve aşk gibi temalar izliyoruz kitapta. Gotik teriminin hakkını veren bu temaların yanında büyük ve görkemli şato, altındaki labirentler, mahzenler de gotiğin manzaralarını oluşturuyor. Devasa miğfer, hikâyenin en akılda kalıcı nesnesi ve sembolü durumunda ayrıca.

Yazarın dilinde Shakespeare’in izleklerini görüyorum. O yüzyılda ve İngiliz bir yazarda bunu görmek şaşırtıcı değil.  Fazla abartılmış bir dramatizasyon canlanıyor bazı sahnelerde gözünüzün önünde. Örneğin ölüm sahneleri… Bu minvalde okuduğumuz olaylar gerçek karakterler tarafından yaşanmıyor da sanki kurgunun içinde bir tiyatro sahnesinde onları izliyoruz duygusuna kapılabiliyoruz bazen. Ayrıca senaryoda “Hamlet” ile benzerlikler de var. Yine de bu romantik, saygılı jargonu çok seviyorum. Bu tarz diyalogları okumaktan keyif alıyorum. İçinde yaşadığım toplum ve çağda bulunmayan bir yapı olması da daha çok sevdiriyor bana onu.

Otorite, aile ilişkileri ve ikincilleştirilen kadınlar yönünden de değerlendirmeler yapılabilir öyküde. Ayrıca, din-inanç-Tanrı, dürüstlük ve ahlak, şövalyelik meseleleri de epik bir yapı oluşturuyor. Şatoda duyulan sesler, bir tablodaki benzerlik ve gökten düşen dev miğfer de doğaüstü kısımları oluşturuyor.

Hikâye tamamen kusursuz ya da müthiş sürükleyici olmasa da bir tarzın öncülü olması bakımından saygıyı hak ediyor. Gotik romantik öykülerin kökenlerini merak edenler için entelektüel bir bilgi oluşturması açısından, türün fanlarının okumasını öneriyorum. 

 

SEÇTİĞİM ALINTI:

“Şatonun alt kısmına çok sayıda girift dehliz kazılmıştı ve bu denli telaşlı birinin mağaraya açılan kapıyı bulması hiç de kolay değildi. Ara sıra esen rüzgârın, yanından geçtiği kapıları sarsması, paslı menteşelerden çıkan gıcırtıların uzun karanlık labirentlerde tekrar tekrar yankılanması dışında bu yeraltı bölgelerinde korkutucu bir sessizlik hüküm sürüyordu. Çıkan her ses yeni bir korkuya neden oluyordu. Sabırsızlığın elverdiği ölçüde sessiz adımlar atıyordu; yine de izlenip izlenmediğini anlamak için sıklıkla duruyor ve etrafı dinliyordu. Bu duruşların birinde bir iç çekmesi duyduğunu sandı. Ürktü ve geriye doğru birkaç adım attı. Bir anlığına birinin ayak sesini işittiğini zannetti…”

Yorumlar

SİZİN İÇİN ÖNERİLEN DİĞER İNCELEMELER